Soruyu sormamızın üzerinden epey vakit geçti. Elân yeterince solukla rızıklandırıldık. ‘Müstakbel evin’ nerede olduğunu aramaya devam ediyoruz. Evvelâ onu bulabilmek için istikbâlimizi nere(ler)de arayacağımızı bilmek zorundayız. Tarihin çeşitli dönemlerinde onu nerede arayacağımıza dair işaretler, şahsiyetler, fikirler ortaya atıldı veya çıktı. Bu hususta Türk hayatındaki en belirgin iki örneği hatırlamak gerek.
Örneklerden birisini “İstikbâl göklerdedir.” diyerek Mustafa Kemal vermiştir. Kelimenin manası itibariyle geleceğin, göklere hakim olanların olacağını ima ediyor. Mustafa Kemal’in telkini yeryüzünün ötesinde fakat dünyanın berisinde yani maddi âlemle sınırlı kalmış yahut maddi âlemle sınırlandırılmıştır. Oysa ‘istikbâl’ maddi yânî fiziki âlemin ötesini de kuşatan bir anlam taşır. İstikbâlin çizdiği yön fiziki yönlerin ötesinde bir istikameti tutturmaya imkan verdiği gibi hak ve batılı ayıracak kadar sarihtir. Yargı kesin: Dünyanın berisinde kalacak her tavsiyeye istikbâl kelimesi büyük gelecektir. ‘Yargı kesin ise ispatı nerede?’ sorusuyla diğer örnekten sonra yüzleşebiliriz.
Türk hayatından, Türk evine kadar direkt etki eden hadise, Rasuli Ekrem (sav) üzerinden zuhur etmiştir. Onun çizdiği istikbâl yolu hem fiziği hem de fizikötesini kuşatan bir tavrın neticesidir. Bu vesileyle Allah (cc) istikbâlimizi Mescidi Aksa’dan Mescidi Haram’a çevirerek, istikametimizi diğerlerinden ayırmıştır. (bkz. Bakara, 144) Öyle ki bu mevzu namazın farîzalarından ‘istikbâli kıble’ olmuştur.
İstikbâl sahibi olmak istikamet sahibi olmaktır. İstikâmetimizin, ‘hayrımıza mı mahvımıza mı?’ olduğunu bilmek için istikbâlimizin nerede olmadığını bilmek zorundayız. Bunun için istikbâlin kaynağına doğru yolculuk etmek, dilin mesajlarını almak yeterli olacaktır. Bu yolculuktan anlaşılacak ki istikbâlin, ilk şartı kabûl edilebilir olmaktır. Çünkü istikbâl (isti-kabûl), kabûlden gelir. Kabûl etmekse razı olmaktır. Dolayısıyla istikbâl makbûl olandır. Kim neyi kabûl edecek ya da kim kimden razı olacak? Her ne kadar şahsın inancıyla mündemiç olsa da dil burada kendi esaslarına göre bir yorum getirir. Kıble ve istikbâl’in aynı pınardan çıkması, istikbâl yolunun kıbleyle yani hak dinle irtibatlı olduğuna delildir.
Lisanına, iki insan arasındaki iletişimin ötesinde bir yere sahip olduğuna bir kez daha şahit olduk. Dil insanı terbiye eder. O dile mensup insanlara şahsiyet kazandırıp, kendi milletini var eder ve sınırlarını çizer. Bu sebeple lisanın kaidelerini bilmek hassasiyetlerine dikkat etmek zorundayız. Aksi halde Türkçe’nin hayatımıza dokunan sinirleri tahrip olacağı gibi onun şahsiyetimizden tavrımıza kadar dokunuşlarına bigane kalacağız. Öyle ki hayvanat ve nebatatın hatta taşların dahi zikrettiği bir âlemde, dili iletişim aracı derekesine düşürmek dilden alacağı nasibi kaçırmaktır.
İnsanın zevcesinden bahsederken ‘müstakbel’ kelimesini tercih edişi tesadüf değildir. Şimdiye kadar kelimeye vakıf olacak şuurla söylemesek de bu kelimeyi tercih edişimiz Türkçe’nin bir sırrı olsa gerek. Çünkü kadın-erkek izdivaçı arasındaki kabûl edilebilir yani makbûl olan ilişki sadece evliliktir. Nikah anında nikah memurunun sorusunu “.. kabûl ediyor musun?” diyerek sonlandırmasıyla imamın, “… kabûl ettin mi?” diye sonlandırmasına dikkat edilmeli. Artık ‘müstakbel ev’i arayacak bir azığımız olduğuna göre aramaktan iz sürmeye geçebiliriz..
İtiraf etmeliyim ki müstakbel kelimesinden yola çıkarken, yolumun ‘kıble’den geçip kabûle varacağını bilmiyordum. Yazımız elimizden alınmamış olsaydı belki de ben bunu tek bakışta fark edecektim. Bu bizim fikir dünyamızda bir yavaşlığa sebebiyet veriyor. Tabi ki bundan şikayet etmiyoruz. Hüsnü zan ederek, her şeyin hızla gelip geçtiği bir asırda bu yavaşlıkta bir hayır arayacağız. İnsan yola çıktığında, hızını artırdığı nispette etrafındaki güzellikleri kaçırır. Biz de bu şuurla bu yavaşlığı hayrımıza yorup lisanımızın güzelliklerine şahit olma gayretiyle yürümeye niyet ve şükür edeceğiz..
Olgun VERİM