598 views 15 mins 0 yorum

Dünün Güncesi -2-

In Günce
Nisan 26, 2023

28 Aralık, 2022

İbrahim Orhun’la buluştuk. Üsküdar’da, larç bir mekanda.. Tanıdık simalar görmemek için ayrı bir çabam vardı o gün. Erhan ağabeyin düğünü vardı çünkü. Gitmeliydik. Fazıl Şengül Ordu’dan, Yakuphan Ustaoğlu Kocaeli’den çıkmıştı yola. Neden sonra Ömer Cömert geldi yanımıza. Delice şeyler konuşurken biz, o Cömert tavır dahil oldu aramıza. Masada üç kişiydik. Düğün saat 15.00’da başlayacaktı. Vaktimiz vardı henüz, ağırdan alıyorduk.

Bir ara Ömer ve ben dışarıya çıktık. Geri döndüğümüz zaman yan masamızda Ali Ayçil’i gördük. Oturmuş bir şeyler okuyordu. Ömer klas bir selamla sindi yanına. Tanışıyorlardı. Orhun’u ve beni takdim etti Ayçil’e. Hal hatır sorduk karşılıklı. “Ekip misiniz?” dedi. “Evet ama henüz tamamlanmadı, gelecekler var” diyerek mukabele ettim. “İlahiyatçı yahut imam-hatipli misiniz?” diye sordu. Orhun ve ben imam-hatipliydik. Ömer zaten ilahiyat mezunuydu. Ez cümle “Evet” dedik. Ayçil; “Sordum çünkü bu iki zümrenin zaman kavramı ilahi zamandır. Ya bekler ya bekletirler” dedi ve gülüştük. Haklıydı. “İnşallah” ile biten kavisli rahatlıklarımız vardı çünkü. Yorulduğumuzda ve tembellik edesimiz geldiğinde; “Allah kerim” lafz-ı kutsisine iltica edişimiz gibi bir tondu bu.

Yakuphan ve Fazıl düğün yerine varmış çoktan. Aradım, 1 saate kadar orada olacağımızı söyledim. “Gelmeyin” dedi Yakuphan, “düğün bitti.””Dalga mı geçiyorsun oğlum sen?” dedim, ses kesildi. Telefon çekmedi. Fazıl’ı aradım derhal. “Bu adam benimle dalga mı geçiyor?” dedim. Ardından makus cevap; “Yok reis, yarım saatmiş. Dağıldık.”Orhun’a bakakaldım. O; “Hacı nikahmış zaten, normaldir” dedi. “Be adam ben de nikah yaptım, 4 saat sürdü!”2 gün boyunca telefon trafiği yapmıştım halbuki. Fatih Tekin gelmeye çalışacaktı. Fazıl ve Yakuphan keza öyle. Orhun’la beraber geçecektik. “Yok reis, yarım saatmiş. Dağıldık.” Hayır hayır, ben dağıldım.

Günün ikinci planını ifâya koyulduk. Ömer, Orhun, ben ve İstiklal Marşı Derneği yolu. Fazıl ve Yakuphan bizden önce vardı. Ömer Talha Kavas da geçmiş erkenden. Fatih Tekin’i aradım.

“Düğünü kaçırdık bari İsmet babayı kaçırmayalım, tez gel” dedim.

“Siz gidin, At Pazarı’nda buluşuruz.”

“Niye?”

“Mübarek daha dün eleştirdim adamı, bugün nasıl geleyim?”

“İşte bu yüzden gelmelisin”

“Neden?”

“Erdemli olan bu!”

Gelemedi Fatih. Yetişemedi ve mazurdu. İsmet Özel konuşuyordu. Müsekkin ve mutmain bir tavırla konuşuyordu. İbrahim Orhun mutluydu. Diğerlerini bilmiyorum. Kayıtsız gibiydim ben. Sebebi muğlak bir kayıtsız oluş, hepsi bu.

Lise arkadaşım geldi sonra. O’nu her görüşümdeki memnuniyet, mutat olduğu üzre yerini aldı yüz çukurumda. İsmet Özel konuşuyordu. Müsekkin ve mutmain bir tavırla anlatıyordu. Yer yer edebe mugayir kahkahalar kopuyordu dernekte. Biz de gülüyorduk. Lisede olduğu gibi bakıyorduk birbirimize. Sınıfça neye gülsek, o ve ben aynı bakışı atardık birbirimize. O yarı uslu, yarı bıçkın bakışı… İstiklal Marşı Derneği bile değiştirememişti bunu. Koca bir cemiyet gülüyordu, lise arkadaşım ve ben göz göze geliyor ve yüzyüze gülüyorduk.

Ömer Kavas acil bir çıkış yapmış. Beni görememiş. Vedasız olan vefalı bir gidiş. Lise arkadaşım, Fazıl, Yakup ve ben çıktık dernekten. Ömer Cömert ve İbrahim Orhun orada kaldı. Henüz doymamışlar Özel’e. Orhun mutluydu. Diğerlerini bilmiyorum.

At Pazarı’na geçtik. Ahmet Karakoç bekliyordu bizi. Oturduk. Fatih Tekin geldi sonra. Ardından Abdurrahman Yıldız ve Emre Eroğlu. Bir de misafir vardı yanlarında. Çok geçmeden Orhun ve Ömer de katıldı aramıza. 3. Masayı birleştirdik. Masaya hakim noktada oturuyor olmanın tüm imkanları seferber oldu o an. Karşımdaki simaları düşündüm. Bir milyarderin mal varlığını hesaplaması gibi bir his tebelleş oldu zihnime.

Sağımda lise arkadaşım.

Onsuz bir plan yapmadım hiç. Bir çolağın gücenmeden ve yüksünmeden dahası büyük bir minnet nazarıyla koltuk altına aldığı destek değneği her ne hisse denk düşüyorsa, o hissin ta kendisiydi benim için. Sanki onsuz yürümek, düşmeye meyyal cüssemin diz bağlarımı çözerken üfürdüğü çapkın bir bahaneydi. İyi ki burada diyorum. İyi ki burada ve hemen sağ yanımda.

Onun hemen yanında Yakuphan. Her an ceketinin iç cebinden bir şiir kupürü çıkarmaya hazır. Şiirin şehveti vardır ve şiirin peşi sıra koşan her şair, bu şehvetin pençesinde yaşar en tatlı hülyaları. Yakuphan bu küçük ölümden dirilmeye güç yetirecek gayret ve istidada sahip olan endemik şairlerden biri. Her ne kadar siyahtan başka bir renk bilmese de kıyafetlerinde, muzip tabiatı; nisan yağmurlarından neşet eden bir ferahlık saçıyor çevresine. İyi ki diyorum ona baktıkça, iyi ki “bizden” o da.

Yakuphan’ın yanında bir yiğit oturuyor. İsmine Emre diyorlar. Eroğlu demekten yana kullanıyorum tercihimi. Bir pehlivan peşreve tutuşuyor sanki gözlerinde. İmha etmekte pek mahir olan bakışları, dost iklimini ihya etmekte dahaca mahir oluyor samimiyet bulvarında onunla yürüdükçe. İyi ki diyorum, iyi ki burada ve “bizden” biri o da.

Onun hemen yanında Fatih Tekin. Mütemadiyen “Maşallah” konduruyoruz yakasına. Kerih yollar bilmez çünkü onun ayakları. Belki de bu yüzden Fatih ile her yol yürünür. Vardiyası olmayan bir fabrika makinesi gibi hararetle koşuyor, koşuyor ve koşuyor. En büyük imtihanı da bu oluyor Fatih’in. Nitekim durmak ve durulmak gerek bazen. Ona bir randevu ayarlayacağım. Ayna ve o, saatlerce otursun ve konuşsun için yapacağım bunu. Niçin bu büyük kıyağı geçiyorum ona? Çünkü baktıkça “iyi ki” demiyorum ona. Çünkü 4 yıl önce “iyi ki burada ve iyi ki bizden biri” demiştim gıyabında. Hâlâ aynı yerdeyim. Hiç şaşmadı bu “iyi ki”m.

Fatih’in yanında Ömer Cömert oturuyor. Geçen yıl bu zamanlar tanımıştım onu. “Eyvallahsızlık” dersi almalıyım ondan. Nahif oluş seansı bir de. “Güzel insan” tabirine yabani oluşum, ona baktıkça inatla siniyor heybeme. Kimselerin sezmediği bir kalenderlik seziyorum Ömer’de. Bir neşter geçirsem elime ve deşsem Ömer’in içini. Sonra Nedamet okurlarına inciler çıkarsam oradan. Romantik şeyler bunlar, farkındayım. Belki de biraz Nurullah Genç okumalıyım. Ey gidi Ömer! İyi ki varsın be oğlum. İyi ki bizden birisin!

Sağ tarafım bitti böylece ve soluma yöneldim ben de. Kalp mahallidir orası, bilirsiniz siz de.

Sol tarafımda Fazıl Şengül. Liyakat şiirinin bercestesi. Nedamet’in görünmez kahramanlarından biri de o. Yabani bir cümle işitmiş değilim ondan. Soğuk tabiatının altındaki çimen yeşilini gördüm bir kere. Toprağın bereketi diyelim adına. Hiçbir tohum zayi olmuyor onda. Yeter ki mantık imbiğinden geçsin bir fikir. Açıyor sadrını ve ivedilikle veriyor hakkını. İyi ki diyorum ona baktıkça, iyi ki tanımışım bu adamı. İyi ki bizden biri o da.

Fazıl’ın yanı başında Orhun duruyor. Onunla konuşma şerefi diye bir hakikat var dostlarım. Çünkü konuşmak, bir tenezzülattır onun için. Keskin bakışlarıyla dinler bazıları. O bakışları kondurmuş gözlerine. “Ne diyeceği en çok merak edilen adam” diye bir gerçek vardır meclis literatüründe. O adam bu adamdır. Ona baktıkça domuran bir nostalji; Üniversitedeyken memleketin pop müzik trendini Samsun Çarşamba sokaklarından takip ederdim. Çünkü son ses müzikle geçen eski ve yeni model arabaların sonuna kadar açık camlarından çıkıp, öğrenci evimizin yarı açık camlarına doluşan envai çeşit müzikler, durmadan, mola almadan sinerdi bilinçaltımıza. İşte o sinişlerin depreşimi; Orhun’a bakıyorum ve evimin önünden 93 model bir şahin geçiyor. Ve bir nakarat; “İki deli bir araya gelmemeliydik.” İyi ki de geldik.

Onun yanında Abdurrahman. “Hazret” diye kaydetmiştim telefonuma. İFAM ziyaretimde tanımış olmamın verdiği manevi bir halin dışavurumu değildi bu. Abdurrahman hoca, mübalağasız bir hazretti. Konuşurken yüzünü değil, bütününü dönerdi muhatabına. Saygı bağından bir şeyler aparma cüreti değildi bu. Bir gül için bin dikeni sulamaya razı olan bağbanın onurlu duruşuydu. İyi ki buradaydı Abdurrahman hazret. Ve iyi ki sadıktı o da.

Hazret’in yanında bir misafir… İyi ki vardı o da. Zira kimin kimle gezeceği, kimin kimi severse, ahiretteki yurduna onunla birlikte gideceği gerçeğini hatırlatmıştı bana.

Ve işte Ahmet Karakoç. Nam-ı diğer Şef. Kalabalık bir ailenin en büyük çocuğu olmak diye bir handikap vardır, bunu bilir çoğunuz. Ahmet Karakoç’u tanıyana kadar sürdü bu handikap ve Allah onunla dindirdi ağabeysizliğimi. Nedamet’in gerçek sahibi o. Ve gerçek kahramanı da. “İşimin bir zekatı olarak görüyorum Nedamet’i ve bu yüzden maddi bir şey talep etmiyorum sizden” demişti daha ilk tanışmamızda. Oysa ticari bir birliktelik teklifi götürmüştük. Meğer amacı farklıymış. Çok geç anladık bunu. Meğer amacı Nedamet’i ele geçirmekmiş. Öyle de oldu. İyi ki de öyle oldu. İyi ki vardı o masada ve iyi ki bizdendi o da.

Bu kadardık masada. Lakin masada olamayanlarımız da vardı. Her birine birer açık mektup yazma niyeti taşıyorum kursağımda. Önce Erhan Burtul’a. Sonra Olgun Verim’e. Sonra Gürkan Pur’a. Emrah Paşali’ye. Ömer Talha’ya elbette ve Süleyman Uçmaz’a, Tacettin Çakmak’a, Mehmet Candemir’e ve Muhammed Ali Aslan’a.

Erhan ağabeye karşı mahcubum. Özür beyan etsem kendi mahcup olur biliyorum. Zira böyledir bazı yürekler. Böylesine latiftir. İşte bu da çıkmıyor aklımdan.

Saatler sonra dağıldık. Hâlâ aklımda o cümle; “Yok reis, düğün yarım saatmiş. Dağıldık.”

Ahmet Karakoç, “Hadi gidelim, ben bırakayım seni” dedi. Oysa sınıf arkadaşım vardı yanımda. Bizden biriyle değil sınıf arkadaşımla gitmeyi tercih etmiştim. Bizden değil benden biriyle gitmeyi. Ağabeyimle değil kardeşimle gitmeyi.

Bugün, yaşamakla arama müşahhas bir bilinç buyurmuştu bir kez daha. Bunu bir kere de Gafur Hocamla tanıştığım gün yaşamıştım. Çünkü müşterek bir haslet vardı her iki anda da. O haslet, “yürüyorsun ama izi yok adımlarının” hüsranını telafi ediyor ve “yürüyorsun ve işte izi burda adımlarının” diyor.

Yine de insanın evi gibisi yok…

Oğuzhan Âsım GÜNEŞ

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.