
Sabah uyanıp pencereyi açtığımda savurucu bir rüzgarla karşılaştım. Yapraklar uçuşuyor, brandalar direniyordu. Beynimin bir köşesinde inzivaya çekilen felsefi sorgular dahi rüzgârın şiddetine dikkat kesilmişti. Bir an rüzgârın heyecan verici ve gizemli bir biçimde bana bir şeyleri getirdiği ya da benden bir şeyleri götürdüğü vehmine kapıldım. Pencereden başımı çekip koltuğumdan gelen sesi duyduğunda bunun vehim olmadığını anladım. Rüzgâr bana klonumu getirmişti.
Serinkanlılıkla bana tıpatıp benzeyen hatta ikizimden daha çok benzeyen klonumu selamladım. Misafirperverliğimi göstermek için kahve isteyip istemediğini sordum. Rüzgâr onu üşütmüş olacak ki uzun bir müddet kaskatı bekledikten sonra sütlü filtre kahve istediğini söyleyebildi. Klonların da ne lüks zevkleri varmış böyle.
Klonumun kahvesini hazırlarken, onun nereden geldiğini ve ne istediğini merak ediyordum. Daha önce ne reel de ne televizyon da hiçbir yerde herhangi bir klonla ya da dollyvari bir hayvanla karşılaşmamıştım. Belki bütün kontrolleri bittikten sonra insanlarla buluşturulmaya hazırlanırken bir yolunu bulup kaçmayı başarmış bir deney kaçağıydı. Ya da bir zaman yolcusuydu ve gelecekten, süper teknoloji çağından geçmişe gönderilmiş ilk kobaydı.
Aklıma son gelen şey ise her an uyanabileceğim bir rüyada olduğumdu. Neden benim klonumun gönderildiği ise zihnimi kurcalayan bir başka soruydu.
Kahveyi ikram edip klonumun yanındaki koltuğa oturdum. Bana oldukça dikkatli bakıyordu. Sanki beni tanımaya çalışıyordu. Ben de ona aynı şekilde baktım. Yüzümüzdeki her çizgi, gözümüzdeki her ışıltı, saçımızdaki her tel aynıydı. Sadece kıyafetlerimiz farklıydı. O siyah bir takım elbise giymişti, ben ise gri bir eşofman.
Kahvelerin ilk yudumundan sonra tam soru soracakken klonum cebinden bir fotoğraf çıkardı ve bana uzattı. Fotoğrafı aldım ve gördüğüm şey karşısında donup kaldım. Fotoğrafta, Odunpazarı’nın tarihi evleri yanıyordu. Alevler gökyüzüne yükseliyor, dumanlar her yeri kaplıyor, insanlar panik içinde kaçışıyordu. Fotoğrafın ortasında, patlayıcı kumandası tutan bir adam vardı. O adam ya benim klonumdu ya da bendim.
“Bu ne?” dedim. “Bu sen misin? Ben miyim? Neden böyle bir şey yaptın?”
Klonum fotoğrafı geri aldı ve:
“Bu ben değilim” dedi. “Bu sensin’’.
Hayretle “ne?” dedim. “Bu saçmalık. Ben asla böyle bir şey yapmam.”
Klonum bana acı acı baktı.
“Sen yapmazsın” dedi. ‘’Ama aynı zamanda yaparsın da çünkü insan asla yapmam dediği her şeyi yapma potansiyeline sahip bir varlıktır. Gülmek ve ağlamak, neşelenmek ve üzülmek nasıl insanın sürekli paçasını bırakmayan zıt duygularsa yapmak ve yapmamakta böyledir. Ve insan asla yapmam dediği şeyleri yapmakla kesinlikle yaparım dediği şeyleri yapmamakla meşhurdur.’’
Klonumun sözleri beni şaşırttı. Ben nasıl böyle bir şey yapabilirdim? Odunpazarı’nı seviyordum. Orası benim doğduğum, büyüdüğüm, hayatımın en güzel anlarını yaşadığım yerdi. Orayı yakmak, kendimi yakmak demekti. Bunu nasıl yapabilirdim?
Zihnim allak bullak olmuştu. Kendimi tanımlamakta güçlük çekiyordum. Kendi kendisini üreten, çoğaltan bir başkalaşım geçirmişimde kötü olan tarafım bir yerlerde suç işlerken ben burada, bu lanet odanın içinde vicdanımla baş başa mı bırakılmıştım?
Klonum kahvesini bitirdikten sonra benim düşünceli halimi görüp keyifli bir tebessümle konuşmaya başladı ‘’bir fotoğraf bile seni ne hale getirdi. Düşünceden düşünceye uçuyorsun. İnsana yapmadığı ve asla yapmayacağı bir suçla yüzleşmek geçmişini değil geleceğini bile sorgulatıyor. Neyse ki şimdi anın içindeyiz. Evet o sen değilsin ancak kumandayı tutan o kişi senden tamamen bağımsız da değil. Çünkü yalnızca insanlar klonlanmadı insanların duygu ve düşünceleri iyi ve kötü yanları da klonlandı. Bütün potansiyel yönelimler hesaplandı ve klonlanmış türler klonlanmış evrenlerde test edildi. Ben aslına senin sadece klonlanmış değil aynı zamanda dönüştürülmüş bir üst formunum. Bu klonlama işlemi bütün kusurlarının ortadan kaldırılıp gerekli mükemmelliğe varıncaya kadar devam edecek ve gerçek-sen de diğer formlarınla beraber yok edileceksiniz. Ben de dahil’’. Klonum cümlelerini bitirdi. Hemen akabinde cebinden çıkardığı uzaktan kumandaya basar basmaz felaketle gözlerimi açtım.
İlacın etkisinin yavaş yavaş azalmaya başladığını, bilincimin yerine gelmesiyle anladım. İlk defa beni böyle hayretler içeresinde bırakan bir halüsinasyon görmüştüm. ‘’Ruh molekülü’’ denilen ve insan bilincini değiştirmek için insana ölümcül halüsinasyonlar yaşatan ilacın ilk paralı deneğiydim. Sanki ilacı içtiğim anda bütün beynim uyuşuyor, sinirsel ağlarım gevşiyor ve rehavete benzer bir rahatlamayla kendimden geçiyordum. Konuşma terapistim halüsinasyonlarda bana yardımcı olacağını, halüsinasyon esnasında benimle konuşarak beynimin depresif ve kötücül olan ‘’istenmeyen’’ denilen bölümlerini sıfırlayacağı söylüyordu. Ancak ben halüsinasyona daldığımda en ufak bir ses duymuyordum. Rüyalarım, kabuslarım, uykuda ve uyanıkken gördüklerim birbirine girmişti. Bu çileye daha fazla dayanamayacağımı anladım.
Yirmi dokuzuncu gün ilaçlı ızdırap laboratuvarından, bu adi akıl hastanesinden kaçtım. En sevdiğim cinlerimi de aldım yanıma. Ve onlara içirmek için birkaç tane de ruh molekülü. Artık irademin hayali çizgilerinde beraber dolaşacağız. İyi ki yalnız değilim İyi ki beynimin içerisinde benimle konuşan cinlerim var. Yoksa alimallah delirirdim.
*görsel: resplash (harry coe)
Ömer Talha KAVAS
Yazıyı okumayı bitirdiğimde Blackmirror’ın jenerik müziği yankılandı kulağımda ve tabi ki “loading” logosu… Küçük bir bilim kurgu dünyasına girip çıktım. Tebrik ederim
Teşekkür ederim. Black mirror jeneriğiyle tekrar okuyorum:)