518 views 19 mins 0 yorum

Belirivermeler

In Deneme, Düşünce, Öykü
Aralık 05, 2023
  • Francis Danby, Fırtınadan Sonra Gün Batımı

1

Hiç ikindi görmeyen bir adam vardı. Neden görmediği bilinmiyordu. Ya hep o vakitte uyuyordu ya da kapalı bir ortamda bulunuyordu. Öğleyle akşam arasındaki geçişe, güneşin batışına, şaşaasını kaybedip kızıllaşmasına hiç şahit olmadı. Gün aydınlığının nasıl bitip de havanın nasıl karardığını sorsanız ‘’anında’’ derdi. Ve “bilmiyorum, ben hep aynı ışıkta yaşıyorum” diye eklerdi. Renkleri, şekilleri, yüzleri, manzaraları hep ikindisizdi. Dolayısıyla ikindi vakti çöken hüznü ve sıkıntıyı hiç yaşamamıştı. Bir ikindi vakti öldü. Onu zihnimde tablolaştırdım. Francis Danby’nin ‘’Fırtınadan Sonra Gün Batımı’’ tablosunun tam karşısına astım. Artık sadece ikindiyi görecek ve ikindide yaşayacak. Hüzün ve sıkıntı içinde.

2

Pac-Man karakterinin ilham kaynağı bir dilim çıkarılmış pizzaymış. Ne kadar kreatif.  Ben PacMan gibi beni kovalayan dünyevi hayaletlerden kaçmak için günleri yiyorum. Pazartesi günü salıyı, salı günü çarşambayı. Yenecek gün bittiğinde kovalamacanın biteceğini, bütün aksiyonun bir daha başlamamak üzere son bulacağının farkındayım. Günler bitmeden bu karmaşık labirenti dolaşmaya mecburum. Diğer herkes gibi. Bu dünya oyununda hayatta kalmak için enerji vericileri ve güç topaklarını bulmak şart. Ekmek kazanılmalı, ekmek için mücadele edilmeli, ekmek için ölünmeli. Hayat ilerledikçe zorlaşan bir oyun gibi. Artık sadece ekmeği kazanmak değil kaptırmamak da gerekiyor. Ekmeğin gramajı düşürüldüğünden beri kendimi halsiz hissediyorum. Oyun mu bitiyor enerjim mi?

3

Bunaltıcı bir hava var. Mezarlık, gizemli bir atmosferle sarmalanmış gibi duruyor. Sanki birileri mezarlarından kaldırılmış ve ‘’ah aramı açmayın toprakla’’ diye inleyerek feryad ü figan içinde tekrar yaşamaya mecbur edilmiş gibi. Rüzgâra ve fırtınaya karışan çığlık sesleri. Gerçek zamanda karşılığı olmayan bu an, rüzgârın ölü dalları havalandırarak sanki mezar taşlarının arasında konuşuyor gibi garip sesler çıkarması, bir kuşun melankolik ötüşü bütün canlıları ebedi sükunete misafir edeceği günün şarkısını mırıldanıyor. Gökyüzünden düşen birkaç damla yağmurla beraber ölüm çağrışımı topyekûn bir hüzün ve koca bir ağıt gibi yayılıyor. Geleceğin umutları da uzun ve yayılmış parmaklarıyla kör yarasalar gibi uçuşup duruyor.

4

Voltaire’nin dediğini tuttum. Sokaktan zıplaya zıplaya geçen kurbağalardan birini durdurup güzelliğin ne olduğunu sordum. Voltaire haklı çıktı. Kurbağa, küçük kafasından fırlayan iri, pörtlek gözlü, yayvan dümdüz boğazlı ve kahverengi sırtlı eşini işaret etti. Sonra dönüp kendime sordum. Uzun bir sessizlik yeryüzüne yayıldı. 

5

Yıllardır asmalı bahçeli evin sakinleri tarafından fark edilmemiş bir kedi geldi yanıma. Fark edilmeye edilmeye katılığını kaybetmiş ve şeffaflaşmış bir haldeydi. Elime alıp büksem bükülürdü. Bükmedim. Birden esnemeye başladı. Üç adım yürüdü gördüğü hamam böceğini tek hamlede sırtüstü yatırdı. Varoluşunun anlamını pis, ıslak berbat yerlerde arayan hamam böceğine neden böyle yaptığını anlamaya çalıştım. Kendisi gibi şeffaf olup olmadığını mı merak etmişti? Hamam böceğini kendi temsilini aktaran bir ayna olarak mı görmek istemişti? Terliği olsaydı muhtemelen hamam böceğini oracıkta öldürürdü. Hamam böceği ve terlik arasındaki ilişkiyi insanla sıkı fıkı olan kedilerin bilmemesi mümkün değil. Pisi pisi diyerek kediyi yanıma çağırdım. Yıllardır kimse tarafından fark edilmediği için başta kendisini çağırdığımı fark etmedi. Sesimi biraz daha yükselttiğimde nihayet duydu ve süzüle süzüle geldi yanıma. Hamam böceğini niçin ters çevirdiğini sordum. Maskaralık gibi bir amacının olmadığını hamam böceğinin en zor anında ev sakinleri tarafından fark edilip edilmeyeceğini merak ettiğini söyledi. Zavallı hayvan nerden bilsin insanın her hayvana merhametinin farklı farklı olduğunu. Bazı hayvanların ölmesi için sadece onun fark edilmesi gerektiğini ya da fark edildiği için öldürüldüğünü? Kedi yaşamak için fark edilmeyi beklerken hamam böceğinin fark edilmesinin sonucunun ölümle biteceğini bilse onu ters çevirir miydi? Fark edilmek, hayatla ölüm arasında bir çizgidir hayvanların dünyasında. Kediye fark edilmesi için kırk fırın fare yemesi gerektiğini söyledim. Hamam böceğini kaldırmak için gittiğimde ise çoktan ölmüştü. Tıpkı bir böcek gibi. Ezilip ayakkabının ön kısmı ile vahşice çiğnenerek, zemine sürtülerek.

6

Rüyamda uçakta pişmaniye satmaya çalışan tuhaf adamı hatırlıyorum. İçinde bulunduğu halin delilik olduğunu bildiği halde avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Yolcular şaşırmış gibi bir adama bir de dönüp dönüp birbirlerine bakıyorlardı. Pilot ‘’ dear passengers selling pişmaniye is prohibited on our plane’’ diye anons geçip duruyordu. Rüyamda devreye giren satıcı-araç paradoksu: ‘’Pişmaniye satmak için doğru aracı seçmelisiniz’’, ‘’uçan bir nesnede pişmaniye satılmaz’’, ‘’satış menzilinin dışına çıktınız’’ gibi uyarılar telkin ediyordu. Satıcı, seyyar satıcılar için belli bir menzilin olmadığını uçan, kaçan, yüzen, batan, gözle görülen ve içinde insanın olduğu her yerin potansiyel satış menzili olduğunu biliyordu. Yemesi zahmetli, ele yüze bulaşıp yapış yapış yapışan pişmaniyelere kimse rağbet etmedi. Rağbet ememe sebepleri pişmaniye sevmemeleri değildi. Uçakta böyle bir şeyle karşılaşmayı hiç beklemediklerinden ani bir bilinç bunalımının da etkisiyle psikolojik olarak hazır hissetmiyorlardı kendilerini. Ancak satıcı pişmaniyeyi öyle güzel anlatıyordu ki onun pamukşekergiller familyasından olduğunu zamanında ta İran coğrafyasından ne çilelerle buralara kadar geldiğini buna rağmen tatlılığından ve neşvesinden hiçbir şey kaybetmediği söylüyordu. Nihayet bir yolcu üç tane aldı. Satıcı uçaktan mutlu indi. Uçak havalandı. Rüyam bütün tuhaflıklarını tamamladı ve bir rüyaya sığdırılabilecek bilinçaltının bütün absürtlüklerini yansıttı. Rüyalar yaşamın içinde gelişir ve uykunun karnında doğar. Hayat biraz tuhaftır dolayısıyla rüyalar da biraz tuhaftır. Her yazar rüya görür dolayısıyla her yazar biraz tuhaftır. ‘’Eğer yazmak yönlendirilmiş rüya görmek gibiyse belki de yazdıklarımızın içinde rüyanın değil, rüyanın içinde yazdıklarımızın izini sürebiliriz.’’(Borges)

7

Solucanların, daha küçük yaratıkların hatta daha da küçük yaratıkların söylediği şarkıdır ağzımdan çıkan. Kendi zayıflıklarının farkında oldukları halde yaşamaya devam eden hayvanlardır onlar. Bir araya geldiklerinde oluşturacakları kamuoyu da küçük olacaktır. Verdikleri ziyafetler ve yaptıkları törenler de. Solucanlar, daha küçük yaratıklar hatta daha da küçük yaratıklar, kaçmakla korkmak arasında elde edilebilecek bir özgürlük olmadığını bildikleri için saygıyı öğrenecekler. Kişiye saygı, ulusa saygı, devlete saygı ve yılanlara daha büyük yaratıklara hatta daha da büyük yaratıklara saygıyı. Az gelişmiş omurgasız hayvanlar olarak en dip çamurlarda yaşayacaklar. Hareket etmek ve ilerlemek için hep kaslarını kullanacaklar tıpkı bazı insanlar gibi. Yılanlar fildişi kulelerinde yaşayabilsinler diye onlar yeraltı dünyasında yaşamayı kabul edecekler küçük sanayi dükkanları ve leziz menemenlerle beraber. Müfredata tapan solucanların, daha küçük yaratıkların hatta daha da küçük yaratıkların söylediği şarkıdır ağzımdan çıkan. Her söylenene inanan, her meylettiriciye meyleden taşrada doğmuş olan ahlakı olduğu gibi kabul eden hayvanlardır onlar. Buldukları ilk aynada gördükleri taklitçilerine şöyle diyen; Yalnızca bir solucansın sen, yalnızca küçük hatta daha da küçük bir yaratıksın. Yalnızca bir gübre olacaksın nihayetinde yalnızca bir gübre olmak için yaşadığın için.

8

Sokakta yürürken ansızın parçalansam vücudum hangi eklemlerinden koparak sağa sola fırlar diye düşündüm. Kolum omzumdan mı ayrılır yoksa dirseğimden mi? Ellerim bileklerimden mi ayrılır yoksa parmaklarım ellerimden mi? Ya gözlerim, burnum kulağım, beynim? Önem vermemiz gereken tek şey bedeni bütünlük mü? Kardeşlerimiz dünyanın dört bir yanında fiziken parçalanırken bizler nasıl bir bütünlükten bahsedebiliriz? Bütün iken parçalara ayrıldık. Bütün iken parçalara ayırıldık. Kendi konforumuzu kendi bütünlüğümüzle ilişkilendirmek yerine kendi parçamızla ilişkilendirdik. Birlik olmak için çırpınmamız, didinmemiz, kendimi sıkıntıya sokmamız gerektiğine inanmıyoruz. Bu aslında bizim çoktan acınası hale geldiğimizi asıl parçalanmışlığımızın zihnimizde vicdanımızda olduğunu göstermiyor mu? Kötünün kötü iyinin iyi olduğundan şüphe eden ve her biri birer ideolojinin tutsağı olmuş zihnimiz artık neyi siyaha neyi beyaza boyayacağını bilmiyor. Felaket alarmı verip seyretmekten başka bir şey yapmıyoruz. Seyrede seyrede kör olduk. Elimize kör değneği verseler yol bulmak yerine birbirimize vururuz. Vicdanı pörsümüşlerin düzenini bozmak için düzenimizi bozmaya ne zaman cesaret edeceğiz?

9

Otoyol, ışıkların göz kamaştırdığı bir gece. Araçlar, metal yığınları olarak ilerlerken, sürücüler kendi dünyalarında, gerçekle kurgu arasında gidip geliyorlardı. Yollar, bir zamanlar var olan gerçekliğin bir yansıması gibi parlıyordu, ancak bir yandan da o gerçeklik giderek soluyordu. Hande, otomobilinin direksiyonunda, yorgun ve monoton bir ifadeyle uzaklara bakıyordu. Yol, ardı arkası kesilmeyen tabelalar ve reklam panolarıyla dolup taşıyordu. Her biri, tüketim çağının bir izdüşümüydü. Benzinin azaldığını fark ettiği için yol üstündeki ilk benzincide durdu.  Bir süre sonra Hande, tekrar otoyola döndü. Otoyolun ışıkları, sanki bir rüyanın içindeymiş gibi parlıyordu. Yollar, tabelalar ve insanlar, birbirini taklit eden bir döngünün içinde sıkışmış gibiydi. Yol boyunca ilerlerken, kendisini modern dünyada kaybolmuş bir yolcu gibi hissetti. Hande, o gece boyunca düşüncelerinin en diplerinde gezindi durdu. Eşyanın hakikatinin sabit olduğunu ve insanların gerçekliği bilerek yadsıdığını sanki bir simülasyonda yaşıyorlarmış gibi davrandığını ve aslından herkesin er ya da geç sonunda kendilerini bulacakları bir labirentte kaybolduğunu bildiği için yastığa başını rahatça koydu.

10

Önce uzun uzun kurulmuş kelimelerin gücüne inandı ve bu nedenle toplumdaki haksızlıkları anlatan etkileyici romanlar yazmaya başladı. Ancak, kelimelerin anlamının bazen romanın sayfalarında kaybolup gittiğini fark etti. Sonra şiirle tanıştı. Kısa ve etkileyici dizelerle yapılan anlatımların, insanların zihinlerinde daha derin izler bırakabileceğini ayırdına vardı. Ve şiirin, adalete dikkat çekmek için daha etkili bir yol olduğuna inanmaya başladı. Böylece kelimelerle insanın ruhunu titretebilecek bir melodi oluşturabilmek için çabaladı. Kıvrak ve dokunaklı dizelerle insanların kalplerine ulaştığında önemli olanın kelimelerin ağırlığı ve uzunluğu değil, derinliği olduğunu tam olarak idrak etmişti. Tek bir dize, bir hikâyeden daha fazlasını ifade ediyor, nice romanların sayfalarını aşıp ve evrene yayılıyordu. Dizeleri düşmana çevrilen bir silah olmuştu. Çok sayıda insanın anlayabileceği şiirleri direniş şiirleri olarak kalplere kazındığında kazara atılmış bir düşman kurşunuyla öldü. Nasıl dili romandan şiire dönüşmüşse, artık bedeni de şiire dönüşmüştü.

‘’İki kurşun gelmişti çocuğun başına.
Temiz, küçük, gürültüsüz, dürüst bir oda;
Bir resim, kutsanmış bir demet dal üstünde.
Köşede, gözü yaşlı, ağlayan bir nine.
Soyuyorduk sessizce çocuğu. Ki solgun
Ağzı açılıyordu..
Yaşasın Cumhuriyet diye bağırmadı ki bu çocuk…
Çocuğu kefenlemeli dedi bizimkiler.
Ve ak bir çarşaf çıkarıldı cevizli dolaptan.
Solgun
Ağzı açılıyordu ve boğuyordu ölüm
Yaban bakışlarını, sarkan kolları
sanki
Bir şeyin üstüne dayanmak ister
gibiydi.
Cebinde duruyordu şimşir topacı
hala.
Parmak soksan girerdi alnındaki
oyuğa.
Dutun kanayışını gördünüz mü
çitlerde?’’ (Victor Hugo)

Ömer Talha KAVAS

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.