“Sanatın eski günlerinde,
Yapıcılar, işliyorlardı büyük bir özenle,
Tanrı’nın o her gün, her yerde
Görünmeyen varlığını gözeterek.”
– Henry Wadsworth Longfellow
12. Yüzyıl İtalyan Hümanizması’na kadar estetiği gören gözlerin bakış açısı, tapınma duygusuyla dünyaya teşrif eden insanın aidiyet hissiyatıyla ihya oluyor ve elleriyle var olan insan; elleriyle ortaya koyduğu her türlü cismaniyetin nüvesine ilahi bir mana üflüyordu. Varlık bilincini mutlak teslimiyetin inanç buyruğuna mahsus kılan insan, adanmışlığın ve benlikötesinin keşfiyle, insanüstü hasletlere medar olmuş ve estetiğe dair her ne varsa bu mayayla yoğurmuştu. Bu yoğuruş, mevcut olanın cevherine bakmaktan, bakabilmekten başka ne olabilirdi?
Batı dünyası 12. Yüzyıla kadar sapkın bir inanışa değil, hakîkî bir inanışa sahipti. Ne var ki onların sapkınlığı inanışı değil, inandıkları, inandırıldıkları yalanlardı. Yine de gayba inanmak, sonsuz bir kudretin var olduğuna iman etmek, Ademoğlu’nu beşeriyet derekesinden, insan kertesine çıkarmaya yetiyordu. İtalyan Hümanizması’na kadar Tanrı merkezli bir toplum yapısına sahip olan batı, mücessem olana hükmedecek gözler yontmuş ve en makbul kavramları (kendilerince) en makul şekilde ortaya koymuştu. İşte bu, Batı’nın kendine baktığında görebileceği en realist tablodur. Onların diliyle ikrârı güç olan şeylerin, onların nazarıyla tekellümüdür.
Tanrı merkezli bir toplum yapısından, insan merkezli bir yığın anlayışına sevk olan batı, artık cisimleri Tanrıya isnad etmek yerine, insana mal etmeye başlamıştı. Estetiğin yitimiydi bu. Zevk-i selimin yerine zevk-i sefili koymaktı bu. Soyut olandan soyutlanmak ve somut olanın havsala fethine beyaz bayrak kaldırmak, inanması güç şeyleri inanması ucuz şeylerle takasa tutuşmak, unutmak ve unutmaya mecbur bırakılmak… Orada yaşanan buydu.
Mademki soyutlamak için genelleştirmeyi bilmek gerekir, öyleyse batı bahçesinde fideye duran bu dikenli düşünüm ağının dünyaya şırıngaladığı “insan merkezli sanat” anlayışını bütün bir dünyanın komplike haliyle özümsendiğini itirafa mecburuz. Sanatı şekillendiren işleyişinin bizim milletimizdeki ilk yansıması, herkesçe malum olan “sanat, sanat içindir” ile “sanat, toplum içindir” münazarası. Batı ve biz ayrımında ise sanat toplum içindir görüşünün bizde sanatın bir araz olduğu bilincine muhatap olması nüansı vardır. Kısaca sanat, taşınan bir haber değil, haberi taşıyandır. Öyle ki sanatın taşıdığı haber Yaratıcı’ya çıkar. Lakin her şeyde olduğu gibi ne acıdır ki sanatta da araz olan cevheri perdelemiş ve hatta önüne geçmiştir.
Elbette ki sanat, toplum içindir. Zira peygamberlerin getirdikleri haber topluma, yani insana muhatap. Bittabi sanat, sanat içindir. Nitekim sanatçı ilhamını Yaratıcı’nın yaratmasından alıyor. Bir mukayese zemini görüyoruz burada. İslam Medeniyeti’ndeki sanat unsurlarının kahir ekseriyetinde “kusur” vardır. Minyatür sanatı ise baştan başa kusurların sanatıdır. Batı sanatı ise “mükemmeliyet” sanatıdır. Neredeyse kusursuzdur. Alelade bir heykelde dahi insan vücudunun en ince kıvrımlarını hatta kılcallarını seyredebiliriz. Minyatür ve heykel. Her ikisi de insanı tasvir eden sanatlar. Minyatür, tasvir ederken insanı anımsatmak ile iktifa ediyor. Heykel, tasvir ederken büsbütün bir insanı ortaya koyuyor. Minyatür, kusurlarıyla insanın acziyetini ikrar ediyor ve Yaratıcı’nın yaratmasındaki mükemmelliği topluma ikaz ediyor. Heykel ise kusursuz insanı, kusursuzca tasvir ederek Yaratıcı’nın yaratmasına bir nevi meydan okuyor. İşte bu sebebe istinaden, heykel statik, minyatür ise estetiktir. Nitekim estetiğin en büyük kabiliyeti duyumsamaktır. Statik ise donuktur. Estetik soyutlar, statik ise somutlamayı tercih eder.
Estetik sanatı güncelleştirmemenin önemi, estetik olanı güncelleyecek araç gereçlerin soyut olmamasıyla ilintilidir. Somut bir işleyişe sahip olan günümüz dünyasında kavramların yitirilmiş olmasına istinaden, estetiği güncellemeye çalışmanın makbul sanata ihanet olacağını itiraf etmemiz gerek. Bununla beraber, estetiğin güncel olmaya ihtiyacı olmadığı gerçeği de apaçık ortadadır. Sözgelimi şiir, “mektup” mazmunundan vazgeçip “Mail” kelimesini kabul etmeyecek.
Yerli yerinde olanın güncelleşme gereksinimi yoktur. Nitekim yerli yerinde olanı güncelleştirmeye çabalamak, onu amacına muhalif şekilde kullanabilmek adına hüküm altına almaya çalışmaktır. Sanat ve estetik insanı haberdar etmeye devam edecek. İnsanın haberdar olması gereken şey ne ise o şeyi insana iletecek. Sanat, süfliyatı daima reddecek.
Oğuzhan Âsım Güneş