
Belli bir süredir zaman ve mekân meselesine dair metinlerle ilgileniyorum. İçinde yaşadığımız gerçekliğin bir yandan zamandaki kırılmayla, diğer yandan mekânın bu kırılma üzerine inşa edildiği gerçeğiyle yüzleşmeksizin anlaşılabileceğini düşünmüyorum. Yüzleşmek / yüzyüze gelmek bazı gerçeklerin kabulü ve tetkikiyle mümkün ancak. Zaman hem içinde yaşadığımız hem de geçip giden bir şey olarak ele avuca sığmaz mahiyetiyle dikkat çekiyor en başta. İnsanın içini ne ile doldurduğuyla alakalı olarak bir tecrübe mahalli aynı zamanda. Herkes kendi zamanını yaşıyor bir tarafıyla. Diğer taraftan müesses zeminin bizde bıraktığı izler ve damgalar itibariyle başkalarıyla ortak bir zaman çemberi içindeyiz.
Başkalarının zamanından kopup, kendi zamanımızı idrak etme ve vakti bir şuur etrafında anlamlandırma mevzusu meselenin başı gibi geliyor bana. Çünkü böyle bir mücadele, mekânı da dönüştürme, bunu başaramasak bile en azından katılaşmış mekânın altında ezilmeme noktasında bize bir menfez sunabilir. Bu hususta şu hikmeti zikretmek yerinde olacaktır: “Kişi üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir.” Bu hikmetin fâş ettiği şeylerden biri de şu: İnsanoğlu olarak kendi tercihlerimizle amele döktüğümüz şeyler zamanımızı da damgalıyor. Sonra bu damgaladığımız şey dönüp bizim yapıp etmelerimizi tayinde bulunuyor. Bize bahşedilmiş bir ihtiyar alanı var. Bu alan aynı zamanda bizim mükellef oluşumuzun da mukaddimesi. Akıl bâliğ olmak, bahşedilen akıl melekesi vesilesiyle bir tercihte bulunacak yaşa, duruma gelmek demek. Bu mevziye eriştiğimiz andan itibaren zamanı kendi idrakimize konu kılmak meselesiyle de başbaşa kalmış oluyoruz.
Şüphesiz zaman meselesi asırlardır hem filozofların hem düşünürlerin hem de İslam düşüncesi içerisinde çeşitli geleneklerin problem haline getirdiği bir mesele. İşin hayli teorik bir boyutu var. Ancak bugünün insanı için bu teorik tartışmaların pek de önemi yok. Zira hayatımızı çeşitli kanallara meylettiren şey teorik tartışmalardan çok pratik olarak daimi bir irtibatta bulunduğumuz aletler. Bu aletlere dair bir şüphe yok içimizde.
Zamanı kritik etmek istediğimiz andan itibaren içinde yaşadığımız, nefes almaya gayret ettiğimiz zeminin ontolojik statüsünü söz konusu etmemiz gerektiğini farkediyoruz. Karşımıza hemen birçok mesailde olduğu gibi modernlik, aydınlanma, kapitalizm gibi hususlar çıkıyor. Meseleye çok daha alt katmandan, hemen herkesin hayatında bir rutine dönüşen araçların kullanımı cihetinden yaklaşabiliriz bu noktada. Yaşadığımız gerçekliğin aynı zamanda bir simülasyon dünyasıyla iç içe geçtiği su götürmez bir gerçek. Televizyon ve akıllı telefonun dünyanın dört bir yanına yayıldığı ve mekânı boşlukta asılı bırakırcasına mesafeleri yok ettiğini görmek çok zor değil.
Şüphesiz teknolojik araçların hayatımızda bu kadar yaygın hale gelmesinin nedenlerinden biri de bu araçların hayatımızı kolaylaştıracağına dair önkabullerimiz. Doğrusu bu ilk bakışta safiyane bir tutum. Ancak arkaplanında neyin kolaylaştırıldığı ve uzun çaba gerektiren işlerin kısa bir zamanda gerçekleştirilmesiyle artakalan zamanın içinin ne ile doldurulduğunun ıskalandığı bir hayat tarzı dikkatimizi çekiyor. Üstelik tekniğin bize zaman açtığından söz etmek de pek mümkün görünmüyor. Daha çok bazı eylemlerin belirli bir sürede yapılmasıyla insana verdiği ruhsal durumun zayi edilmesi ve teknikten artakalan vakitle tekniğe yeniden geri döndürüldüğümüzü müşahade ediyoruz. Ekranlar bizi belli tecrübelerden haberdar kılarak hayata hazırlamıyor. Tüm hayatımızı ekrana ısmarlayarak bir labirente mahkûm kılıyor gibi.
Byung-Chul Han’ın dediği üzere hayatı “instagramlanabilir” bir zeminde yaşıyoruz gitgide. Kendi başarılarımızı, kişisel özelliklerimizi, sosyal statülerimizi ötekilerin -ki bu ötekiler sahici ötekiler değil, sanal ağın damgaladığı ötekiler- beğenisine sunuyoruz. Kısaca kendimizi pazarlıyoruz. Her kıymetin uzunca bir müddettir metalaştığı bir çemberde biz de kendimizi bu emtiaların arasına, vitrine koymak için uğraşıyoruz. Elbette ki, insanın kendini öteki üzerinden kıymetlendirme meselesi modernlikle ortaya çıkmış bir çaba değil. İslam ahlakında bunun adı “riya”. Ru’yeti, başkaları tarafından görülmeyi kıymet hiyerarşisinde en üste konumlandırma. Bu , tüm amellerin emellerdeki hata dolayısıyla boşa düştüğünü gösteren bir hastalık aynı zamanda.
Zamanı anlama meselesinin ucu bir şekilde her insanın kendi yapıp ettiklerini anlamlandırma meselesine dönüyor. Muhasebesi yapılmayan hayat, yaşanmamış hayattır denilir. Anbean damgasını yediğimiz içinde bulunduğumuz zamanın, muhasebeye giden yolu örtmekle kendi varlığını koruduğu gerçeğini ıskaladığımız sürece zamanımızı anlamlandıramayacağız. Anlamı yerine oturmamış hayatımızla, yaşarken ölü olmayı kendimize yeğ göreceğiz.
“Zaman, hiçbir yerde kapanıp bitmediği, hiçbir zamansal kütleçekimi tarafından durdurulmadığı için hızla ileri alınıyor. Bu hızlanma, zamanın bentlerinin yıkılmasının ifadesi bir yandan da. Artık zamanın akışını düzenleyen, eklemleyen ya da ritme sokan; zamana, o güzel ikili anlamıyla bir dayanak ve muhafaza (halt) sağlayarak onu koruyup tutabilecek bentler yok artık. Zaman bütün ritmini kaybettiğinde, herhangi bir dayanağı veya istikameti olmadan açıklığa doğru akıp gittiğinde, doğru veya iyi zaman da ortadan kaybolur.”[1]
Han’ın bahsini ettiği zamanın bentleri nasıl muhafaza edilebilir? Yahut zamana ve dolayısıyla hayata ritmini veren şeyin mahiyeti nedir? Bu sorular bizi ister kabul edelim ister etmeyelim hayatın asıl anlamı sorusuna, buradan da insanın nereden geldiği, nerede durduğu ve nereye gittiği meselelerine götürecektir. Bu üç sacayak nereye oturtulursa oranın şarkısı terennüm edilir. Halbuki bugün bu üç sorudan ilk ve sonu henüz küçük yaştan itibaren maruz kaldığımız eğitim sistemi ve telkinlerle yabana atılmakta, ortadaki soru ise bir haz diktatoryasına teslim olunarak anlamlandırılmaktadır. “Carpe Diem”, sözde ânı yaşamaktır. Ancak bu yaşamanın içinde ânın idrak edildiği bir ruhsal durumdan söz etmek mümkün değildir. Bu mottoyu “vakti geçir, vakti öldür” şeklinde çevirmek bana daha doğru geliyor.
Zaman, tecrübeye konu olması ve ancak yaşanılarak idrak edilmesi itibariyle üzerinde konuşulacak kadar çok malzeme vermiyor bize. Zamanın ruhundan (zeitgeist) bahsedebiliriz, bahsetmeliyiz de. Problematik; zamanın metalaştırılması, iş hayatının tüm hayatı kuşatması, boş zamanların öldürülmesi gereken zamanlar olarak anlaşılması, gündüz ve gece dengesinin teknik ışıklarla tersine döndürülmesi gibi yerlere raptedilirse konuşulacak hayli malzeme ve mesele çıkacaktır önümüze.
Jonathan Crary, dilimizde “7/24 Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu” ismiyle tercüme edilen eserinde beyaz taçlı serçelerden bahseder. Bu hayvanların göçleri sırasında 7 güne kadar varan bir zaman dilimine kadar uykuya ihtiyaç duymayışları Amerika’lı bilim adamlarının dikkatini çeker. Amaç, Crary’nin de dile getirdiği üzere insanların uykusuz kalabilmesi ve verimli biçimde iş görebilmesinin mümküniyetini keşiftir. Yani Kapitalizmin hayli derinleşmiş köle havuzunda köleliğin verimlerini artırmak meselesidir. “Gölgeleri olmayan ışıklı bir 7/24 dünyası kapitalizmin nihai tarih-sonrası serabıdır, tarihsel değişimin itici gücü olan ötekiliği şeytan çıkarır gibi kovma serabı.”[2] Batı’nın ötekiye tahammül edemediğini biliyoruz. Sömürge tarihi Batı’nın tarihi demektir çünkü. Ancak burada artık maddi şeylerin sömürüsü aşılmış, muhalif olabilecek, sistemin dışından içeriye bir tenkit yöneltebilecek ötekinin de yok edilmesi arzusu söz konusudur. Görünen o ki bu arzu da yerine gelmek üzeredir.
Kapitalizm uzunca bir süredir dikkatimizin kendimizde olduğu yani uyanık olduğumuz zaman dilimlerinde bizi nasıl tüketim çemberinin içine çekeceğini keşfetmiş durumdadır. Bu keşif reklamların hayatımızın her alanını kaplaması, idealize edilen meşhur isimlerin davette bulundukları hayatın piramitin en üstüne konumlanmasını sağlamış gözüküyor. Şimdi ise amaç, gayr-ı iradi olarak tüketim çemberinden uzak kaldığımız, şuurumuzun kendimizde olmadığı uyku zamanlarını azaltmak ve bu cazibedar elbiseyi dünyanın üzerine büsbütün giydirmektir.
Zamanımız başkaları tarafından damgalanmaya devam etmektedir. Bu damgayı silip atmak da şeyleri bu çemberden idrak etmek de esasında kendi elimizde. Bize bahşedilen ihtiyar alanının farkında olmak, bu alanla neler yapabileceğimize ışık tutacaktır. Kendimize dönelim ve soralım, vakti geçirmek mi, hayatı yaşamak mı?
Fatih TEKİN
[1] Byung Chul Han, Zamanın Kokusu, çev: Şeyda Öztürk, 4.Basım, 2020, İstanbul, Metis Yayınları, s.12
[2] Jonathan Crary, 7/24 Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu, çev: Nedim Çatlı, 1. Basım, 2015, Metis Yayınları, s.20