Yazar: Kemal Sayar, Saadettin Ökten
Kitap: Aşk ile Anı Seyretmek
Sayfa Sayısı: 254
Yayınevi: Turkuvaz Kitap
***
Oradan oraya sürüklenmenin adına koşuşturma, bereketten yoksun devr-i garibe ise çağ diyoruz. Koşuşturma sebebiyle aşk; çağ nedeniyle an yok mesabesine düştü. Sürüklenmekten aşka vakit yok. Çağın çağ olmaklığıyla an nedir unutuldu. Gözümüz yukarıda sanıyoruz. Halbuki baktığımız göz göz değil, gözümü diktiğimiz yer gök değil. Ellerimiz semaya açılmıyor artık. Dizlerimizi çöktüğümüz yerden zıplayarak kalkıyoruz. Acele hareket şiarımız olmuş. Her işimiz acil. Yürümek yok, koşmak gerek. Nefes vermek eskilerin alışkanlığı. Bizim alacak nefesimiz dahi hesaplı zira ciğerlerimiz kalabalıkla dolu. Pişmanlık yok hayatımızda. Karamsar olmayı tercih ediyoruz. Bizler, insan diye kendini niteleyen ama dünyalı olmakla övünmeye yer arayan canlılarız. Tanımlamak en büyük arzumuz. Yaşamaksa unutmak için kaçtığımız veba.
Ökten Bey tüm bunların tersinin yaşanmaya çalışıldığı bir dönemin insanı. Kemal Sayar ise o dönem insanın insanı. Biz okuyucularsa o ikisinin bulunduğu masanın etrafındaki garip devrin çocukları. En başta öğrenmemiz gereken haslet olan dinlemeyi o masa yanlarındaki sandalyelere oturmakla başlıyoruz. Ellerimizde telefonlar ve ses kayıt cihazları yok. Gözler ekrana değil gözlere temas edecek. Kulaklar makineye değil ağızlardan havaya karışan seslere odaklanacak. Hareketin yerinde durabilmekle başladığını anlamak ancak böyle fark edilir bizlerce. Fotoğraf çekmek yok. Çünkü başkasına göstereceğimiz suretlerden kıyas edilemez büyüktür sîretler. Belki böylelikle elimizde ve idrakimizde sadece birer tanım olarak saklı duran an ve aşk mefhumlarının ucundan tutarız.
Aşk ile anı seyretmek…
Aşk nedir? Yahut kimdir? An nedir? Yahut nerededir? Seyretmek nedir? Yahut nasıldır? “İle” sözünü “ve” sözünden ayıran nedir? Bunca soru gerekli midir? Bilinmez. Kamuslarda bunlar yazmaz. Tek başına kamusa yapışmak insanı kurtarmaz.
Ne diyor Ökten Bey; “Kitap okumak tek başına yetseydi, Allah peygamber göndermezdi.”
Rahle-i tedrisatından geçmek tabiri bizlere uzak. Sözün doğrusu, biz onlara uzağız ve bu uzaklığımız tarih zaviyesinden değil, karakter ve zihniyet açısından. Evet, tedrisat yok. Artık tahta sıralarımız da yok, sınıfımız da. Okullardan dahi uzak kaldık. Zaten talebe değiliz, öğrenciyiz. Otodidakt olmak gayemiz. Diz kırmak dediklerinde aklımıza dövüş sporları geliyor çünkü kibrimizin ayakları altındayız. Gururluyuz. Fakat sorsalar masumuz ve kuyudayız. Kuyuda olmaktan bahsedebilecek kibre kapıldığımızı fark edemeyecek denli gururluyuz. Bizi kimse itmedi, bize kimse çelme takmadı. Düşmedik, atladık. Çıkmak için çabamız yok. Benliğimizde muhtaç değilsin sloganları raks ediyor. Sanrıdayız ve mutluyuz.
Bunca söz kimsenin betine gitmemeli. Klişedir ama klişe olması doğruluğunu değiştirmez; günün en karanlık zamanı güneş doğmadan az evveldir. Başta bunun kabulü gerek. Gözün kapalı oluşunun karanlığı değil bu. Orada sanrı var. Gözü açıp etrafın karanlık olduğunun bilincinde olmak meselesi mevzubahis. Sonrasında, meçhul olan karanlığın hangi devrinde olunduğudur. Bilinmez. Bilinmesi de elzem değildir. İsmail Kara kitabının serlevhasını hatırlayalım; Zafer Değil Sefer.
Peki, kitap tüm bunların neresinde?
Lakırdının zıddında yer alan sohbetin anlamı neredeyse işbu kitap da orada. Sohbet sohbeti açar ve umulur ki önce muhabbete, oradan da yine umulur ki hasıl olacağı yere akar. Nehir misali…
Son söz olarak; evet, eser bu gibi sorulara cevap verecek veya bunca düşünceye gark edecek yüklü bir kitap değil. Fakat büyük soruların ve düşüncelerin kapısına giden yolu göstermese de böyle bir yolun mevcut olduğunu hatırlatacak bir kitap.
Muhabbetle kalın. Çünkü ruhun lezzet alması adına bu lazım.
Erhan BURTUL