210 views 10 mins 0 yorum

İki Osman Arasında

In Günce
Haziran 06, 2022

1899 Yılında Altay’ın Köktogay bölgesinde dünyaya gelen Osman İslamoğlu, yıllarca baba mesleği olan çiftçilik ile iştigal etmişti. 12 yaşına geldiğinde ise Böke Batur’un mahiyetine girmiş ve kendisinden savaş sanatlarını öğrenmişti. Böke Batur, Osman İslamoğlu için hem hoca, hem ağabey hem de komutan olmuştu. Nitekim Böke Batur, Çin’in zulüm ve zorbalığına karşı direnen pars pençeli bir savaşçıydı. Nihayet Böke Batur da Çin’in kahpeliğinden payına düşüne almış ve Tibet dolaylarında Çinliler tarafından katledilmişti.

Osman İslamoğlu bu olayın ardından kendini tamamen dünyaya kapatmış ve baba mesleği olan çifçiliğe geri dönmüştü. Kırk yaşına gelene dek sessizliğini sürdüren Osman İslamoğlu, Çin’in Doğu Türkistan’daki yerel halkın silahlarını toplama politikasının ardından; “Ben Çinlilere silahımı vermem. Bugün silahımızı alan, yarın canımızı alır.” diyerek, silahıyla beraber yurdunun dağlarına çıkmış ve nihayet akıl hocası Böke Batur’un; “Bir gün biz kafirleri yine çöllerin öbür tarafına atacağız. Sayıları Taklamakan Çölü’ndeki kum taneleri kadar olsa bile!” cümlesini hatırlamıştı.

Osman İslamoğlu’nun bu tavrı, Türkmenlere yeni bir direniş iştiyakı vermiş ve halk büyük kitleler halinde Osman İslamoğlu’nun direnişine iştirak etmişti. Yurdun işgal altındaki her bölgesine koşan ve Doğu Türkistan’ı Çin’e dar eden Osman İslamoğlu, halk tarafından “Batur” ilan edilmişti…

1943’te Altay Kazanları’nın Han’ı ilan edilen Osman Batur, 1951 tarihine gelindiğinde Kanambal dolaylarında Çin orduları tarafından kıstırılıp, yargılanmak üzre mahkemeye çıkarılana değin sürmüştü bu direniş. Verdiği mücadele, Türkmenlerin bin yıllık hasretini ve savaşçılığını alazlandırmıştı bir kere. Günlerce kendisine işkence uygulanan ve bir ata bindirilmek suretiyle halka teşhir edilen Osman Batur, bu vaziyette bile halkına seslenmiş ve şöyle demişti; “Ben ölebilirim ama dünya durdukça benim milletim mücadeleye devam edecektir!”

29 Nisan 1951 tarihine gelindiğinde ise artık gıyabındaki hüküm verilmiş ve önce kulakları, sonra kolları kesilmek suretiyle, kurşuna dizilmişti Osman Batur. Son sözü ise daima söylediği ve nice Çinli’nin dünyada duyduğu o son söz olmuştu; “Allahuekber!”

Aradan geçen yarım asrın sonunda Çin, zulmune şiddet ve hiddet katmak suretiyle Doğu Türkistan’ı tekrar işgale başladı. Bu süreçte “Vatan için, vatanımızı terk ediyoruz” diyen nice Uygur genci, Türkiye’ye hicret etmiş ve burada eğitimini sürdürmeye, sonrasında ise vatanlarına hizmet etmeye niyet kılmıştır. Bu gençlerden biri olan Osman, (ki hepsinin adı Osman’dır) 2019 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi’nde bir konferans vererek, şunları söylemişti;

“Orada gördüklerinizin fazlası var. Her aileye bir Çinli’nin yerleştirilmesi, Uygur Türk’ü erkeklerin toplama kampında çeşitli zulumlere maruz kalması, türlü deneylere kurban edilmesi ve kadınların Çinliler tarafından hunharca tecavüze maruz kalması ile sınırlı değil. Onlar Türklere değil, İslamiyet’e savaş açtı. İslam’ı yok etmeye yemin etmişçesine Kuran-ı Kerim’e ve Müslümanlara saldırıyorlar. Bizim annelerimizin bizlere ilk ve son vasiyeti işte bu yüzden şu olmuştur; ‘Hafız olmazsan sana sütümü helal etmem. Çünkü bir gün tüm Kuran’ları yakacaklar ve yok edecekler. Sen ise işte o gün yürüyen bir Kuran olarak, bu dini yaşayacak ve yaşatacaksın.’ “

Anlattıkça sesi titreyen Osman, tüm salonun kanını donduran şu hadiseyi anlatıyor;

“Hafızlık da yasaktı. Kurslar ve dernekler kapatılmıştı. Hocalar ve hafızlar toplama kampına alınıyor ve orada işkencelerle öldürülüyordu. Fakat biz inanıyorduk ve iman etmiştik. Uygurlu iş adamları, ulaşım sektörüne girerek otobüsler satın alıyordu ve şehirler arası yolculuk yapan bu otobüslere sadece hocalar ve talebeler bindiriliyordu. Bu şekilde ‘yolcu’ vasfıyla kamufüle edilen çocuklar, yol boyunca hafızlık eğitimi alıyordu. Çok geçmeden Çin hükümeti bunu öğrendi ve o otobüsleri kundakladı. Nice çocuk ve hoca orada yanarak şehit oldu. Fakat yine yılmamıştık. Bu defa yerin altında hücreler yaparak hafızlığa devam edildi. Bu da ifşa edildi ve oradaki çocuklar diri diri toprağa gömüldü. O sırada içlerinde hafızlık yapan çocuklardan biri, ileri gelen Uygurlu bir iş adamının çocuğuydu. Bu çocuğu öldürmediler ve fidye almak için esir ettiler. Çocuk henüz 9 yaşındaydı. 8 saat boyunca esir kaldı ve bu süreçte Çinliler onu konuşturarak; hafızlık yapılan hücrelerin yerini ve arkadaşlarının adını almak için işkence uyguladılar. Tırnaklarını kopararak yaptılar bunu. Fidyesi ödenip kurtulduğunda ve yanımıza döndüğünde, bize söylediği ilk şey şu oldu; ‘hiçbirinizin adını vermedim!’ “

Tüm salon; ağlamamak için kendini zor tutanlar ve ağlayanlar olarak ikiye ayrılmıştı. Sonrasında birçok şey daha anlattı Osman ve nihayet soru-cevap kısmına geçildi. Osman’a herkes bir şeyler soruyordu ve Osman çoğu kez, yutkunarak cevaplıyordu bu soruları. Ona sorulan son soru şu olmuştu; “Türkiye’ye gelmendeki en önemli sebep neydi?”

Osman bir kez daha durakladı ve başı önde bir vaziyette cevap verdi; “Ben ve biz Türkiye’yi Müslümanların halifesi olarak biliyorduk. Öyle ki bizim geleneğimizde Haclarımızın ve umremizin kabul olması için önce İstanbul’a gelinirdi ve oradan Kutsal Topraklar’a gidilirdi. Bunları duyarak büyümüştüm ve bu sebeple Türkiye’ye gelmiştim. Fakat Türkiye bize anlattıkları gibi değilmiş. Çok büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Hepimiz uğradık.”

Osman bu cümleleri kurarken Türkiye’deydi. Fakat daha mühim olanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk fakültesindeydi.

Daha sonra O’nu “İslamoğlu” künyesiyle anmak, vicdanımın buyruğu olmuştu. Nitekim O da Osman Batur gibi cihat ediyordu ve işgale karşı şerefli bir mücadele veriyordu. O’nun gibi konferans veren ve çeşitli mecralarda demeçler sunan nice Uygur genci, beklemediği bir anda beklemediği bir video mesaj alıyordu. O mesajlarda “Sana babanın selamı var. Konuşmaya devam edersen annenden de bir mesaj alacaksın” cümleleriyle beraber; anne ve babalarının ya cansız bedenleri teşhir ediliyordu yahut işkence görüntüleri. Osman ise yıllardır anne ve babasından haber alamıyordu. Serdengeçmişti ve mücadele ediyordu. Osman Batur’un Çinliye teslim etmediği o silah, yarım asır sonra Osmanlar tarafından “mikrofon” olarak tecessüm etmişti.

Konferans sonunda, son sözü; “Allahuekber”e çıkan Osman’ı bir kez daha hayal kırıklığına uğratmıştık. Zira O’nun bu nidasına “Allahuekber” diyerek mukabele etmek yerine, “alkış” ile karşılık vermiştik. Üstelik bu, nezaket icabıyla verilen bir karşılıktan ibaretti.

Oğuzhan Âsım GÜNEŞ

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.