Yazmak da yol almaktır. Yazarak da yol alır insan. Belki yol alışın en fazla tefrikini sağlayan şeylerden biridir yazı. Yazmak yaşamakla atbaşı gitmez çoğu zaman. Yaşayan yazmak için cehdetmek zorunda değildir. Ama yazan, yazdığıyla yaşamak ister. Hangi âdemoğlu olmak istediği hâl ile şu anki hâlini müsavi kılar ki? Ümit her dem içimizde tazelenmese ne edebiliriz? Bizi yaşamağa merbut kılan şey yazmağa da kılar. Yol alan ders almaz her zaman. Yol dersi zaruri kılmaz. Belki zarureten yola bakılırsa ders alınır yoldan.
Başımıza gelen şeyler yol üzerinde gelmiştir. Menfilikler de müspetlikler de bu yolda bulmuştur bizi. Modernlik, çağdaş dünya, kesifleşmiş ruhlar, katılaşmış zaman, ruhu pörsümüş insan. Bunları dilimizde döndürür dururuz. Memnun değilizdir hayatımızdan ve hayattan. Etrafımızda cereyan eden olaylarda merkeze alınan şeyin maddeden başka bir yola çıkmaması sıkar canımızı. Ne var ki her imtihan imkanları barındırır içinde. İmtihana muhatap olmuşsak çıkış yoluna da olmuşuzdur. İnsanlığımızı muhafaza edeceksek bu meselenin tefrikine varıp de edeceğiz. Allah’ın her nefse ancak takati nispetinde yük yüklediğini bilerek adımlarımızı atacağız. Attığı adımların nereye denk düştüğüne dikkat kesilmeyenlere değil nidâmız. Nedametin kıymetini idrak edenlere yalnız.
İnsan nâdim olandır. Nedâmetten nasibi olmayan insan insan değildir. Beşerdir olsa olsa. Tasavvufta insan katmanının altında beşer katmanı vardır. Beşerlikten insanlığa geçmek kolay değildir. İnsan olmak zor, insan ölmek hayli zordur. Buna mukabil her zorlukla beraber kolaylık vardır. Zorluğa göğüs germek insan işidir. Hoş evvela neyin “zorluk” olduğu mevzusunu da doğru yere oturttuktan sonra konuşmak lazım gelir bu mevzuyu. Parçalanmış bir zaman şuur(suzluğ)u içinde kâim olan idraklerimiz bize ehem ile mühimi (en önemli olan ile önemli olanı) mevzilendirmek iznini vermiyor henüz. Yorulmuş, yorulma halini asıl olarak bellemiş bir zihinle yorgunluğumuzun nedenlerine eğilmeye gayret ediyoruz. Modernlik eleştirilerimiz modernliği beslemekten gayrı bir işe yaramıyor. Üstelik işin kötü yanı Batı bir bakıma modernliği aşarak post modernliğe konuşlanmışken geriden geliyoruz biz. Tecrübe ile sabit olmuş bir yokoluşa gözlerimiz çevrili hâla. Hikâyemizi kendimiz yazmak hevesinde bile değiliz. Dindarız, muhafazakar ve sağcı. Mümin ve muslih olmak yalnız retoriği yapılmağa, vakti gelince menfaat devşirilmeye layık şeyler.
Konuşa konuşa tükettiğimiz kavramlarımızla baş başayız. Ama onların posası elimizde yalnız. Muhtevalarından soyutlanmış bir halde, bu ruhsuz idraklerin elinde iğdiş olmaktan korkarak uzaklaşmışlar bizden. Byung Chul Han makineleşmiş ruhlara bakarak“yorgunluk toplumu” dedi ve kitabıyle sözleri dünyanın dört bir yanına yayıldı. Kore’li, Almanya’da meskun bu felsefecinin sesi Türkeli’ne de ulaştı. Ne var ki Han’ın eleştirilerinin odağı olan yorgunluk toplumunu diriltecek nefesi üfleyecek bir şey yok elinde. O da toprağa dönmekten, ne olduğu meçhul bir inanca atıflar yaparak dine göndermeler yapmaktan başka bir şey söyleyemiyor. Taha Abdurrahman’ın üflediği nefese gelince; O insanı var kılanın gönderdiği kitap ve bu kitabın temsili, mübelliği kâinatın efendisi aleyhisselât-u vesselama kulak vererek bir şeyler söylüyor. İnsanın çift yönlü, ontolojik bir varlık olduğuna vurgu yapıyor, seküler egemenliğin bizi perişan kılan tahakkümüne karşılık “teşhid”i yâni insanı yaratanın insanı var kılması itibariyle en iyi bilmesine itibarla mânevi olanın, ötelerden gelen sesin bu dünyada yankılanmasının gerekliliğini anlatıyor. “Ailenin yönetimi hususunda olabildiğince bütün hususların kılı kırk yaran bir değerlendirmesini yapan şeriat, elbette şer’i hükümlerin büyük bir parçası olan toplum yönetiminin ayrıntılarını ortaya koymaya muktedirdir.”(1) diyor. Arının bal yapmaktaki hikmeti ne ise, bu eseri yazmak için gönderildiğini söyleyen Üstad Necip Fazıl da bu hususa bundan en az yarım asır evvel şöyle işaret etmişti: “İslâm, devlete, ruhun uzviyete yapışık olması gibi sımsıkı bağlıdır; asla ayrılmaz ve onsuz uzviyet düşünülemez. Akıl erer mi ki, bütün kainatı kucaklayan İslam, insan kalabalıklarının maddi ve manevi yekûn kıymeti ve toplum iradesi olan devleti sınır dışı bıraksın?”(2)
Müslümanlar olarak devlet felsefesi, hukuk felsefesi ve dahî spor felsefesi de yapmağa müsait, münbit bir aslî kaynaklarımız ve bunlardan süzüle süzüle bugüne değin gelmiş ilim, fikir, edebiyat geleneğimiz var. Ne var ki biz; yaklaşık son üç yüz yıldır yapdığımız hatayı, ötekine bakarak kendimizi inşa ve ihya etmek teşebbüslerimizi yineledikçe yineliyor, neşteri daima yanlış uzva vuruyoruz. İnsan olamayışımızın ıstırabını duyuyorsak, bu oluş şartlarının bir “devlet” halinde teşekkül ettiremediğimiz cemiyet hayatımızla da doğrudan alakalı olduğunu ve bu şartlar sağlanmadıkça insan olmanın ne keyfiyeti ne de haysiyetini doğru yere raptedemeyeceğimizi bilmek mecburiyetindeyiz. Ümidimiz odur ki İslâm’ı ne “kaynaklara dönmeliyiz” tekerlemesi üzerinden tarihsel tecrübeyi reddeden ne de “ümmet ondört asırdır yanlış yolda, Kur’an anlaşılmadı” diyen garba mahbuplardan değil, ne ise o, Allah rasûlünün aleyhisselam izinde ve seleflerimizin (doğru ve yanlış tefrikiyle) izinden anlamağa muvaffak olabiliriz. Her işin vaktine rehnolduğunun şuurunda, kendi vazifemizi icra ederek tevekküle bürünebiliriz…
Ve billahi et-tevfik…
1) Taha Abdurrahman, Dinin Ruhu, (çev. Soner Gündüzöz). İstanbul, Pınar Yayınları, 2021, s.553
2) Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, s.92, 19. Basım, 2012
FATİH TEKİN