Modern düşünceyi anlamlandırma uğraşında uğramamız gereken mevzilerden birisi de “Aydınlanma Felsefe”sinin kabaca ne olduğu meselesidir. Michael Foucalt modern felsefe nedir sorusuna “Modern felsefe iki yüzyıl önce arsızca ortaya atılan ‘Aydınlanma nedir?’ sorusunu yanıtlamaya kalkışan felsefedir.” şeklinde cevap vermiştir. Bir takım filozoflar Kilise’nin tahakkümünün bir sonucu olan ‘karanlığa’ karşı bir ‘aydınlanma’ peşine düşmüşler; varlığı anlamlandırırken de bu tahakkümün tam karşı ucunda yer alarak bu felsefeyi vaz etmişlerdir.
Aydınlanma her ne kadar bütün bir yüzyıla adını vermiş olsa da kavramsal olarak ancak, “insanların refahı ve aydınlanmasına” katkı sağlamak amacıyla kurulmuş bir dernek olan Mittwochsgesellschaft’ın yayım organı “Berlinische Monattsshcriftt” isimli bir dergide,[i] 1783 yılında Johann Friedrich Zöllner’in yayınladığı bir yazının dipnotunda sormuş olduğu “Aydınlanma nedir?” sorusu ve bu soruya verilen cevaplar ile kullanılmaya başlanmıştır.[ii]
Immanuel Kant’ın şu sözleri ‘Aydınlanma’ denen hadiseyi anlamlandırmada bize yardımcı olabilir: “Aydınlanma insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olamayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklın başka başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapure aude! Aklını kendini kullanmak cesaretini göster! Sözü imdi Aydınlanma’nın parolasıdır.”[iii]
Kant’ın ifadelerinde evvela dikkatimizi çeken kayıt “ergin olma / kâmil olma” durumunun bir müşkil olarak addedilerek bu müşkilden çıkış yolunun doğrudan aklın kendi kendine işletilmesi hadisesine bağlanmasıdır. Bunun suçlusunun insan olduğunu deklare eden filozof; peşi sıra ise aklın tüm ‘bağ’larından kurtulmadan bu noksanlıktan kurtuluşun nâmümkün olduğunu ifade etmektedir. Aklını kendin kullanmak cesaretini göster telkini modern Batı düşüncesinin temel sacayaklarından birini ve hatta başlıcasını oluşturmaktadır demek abartı olmaz.
Becker’a göre, Aydınlanma düşünürlerinin yaptığı şey, ortaçağdan devralınan mirasın sekülerleştirilmesinden başka bir şey değildir. Bu düşünürler, ortaçağ Hristiyanlık düşüncesindeki yaratılmış evren düşüncesindeki yaratılmış evren kavramını reddettiler ancak kendi kendine işleyen bir mekanizma olarak evren ve tabiat kavramına karşı çıkmadılar. Hatta bu mekanizmayı, bu kendine yeterli makineyi topluma ve insan ilişkilerine de taşıdılar. Gerçek otorite figürleri olarak, Kilise’nin İncil’in otoritesine karşı çıktılar ancak bunun yerine tabiatın ve aklın otoritesini koydular ki, bu da Aydınlanma’nın ‘otorite karşıtı’ bir söylem olmadığını göstermektedir. Becker’a göre, Aydınlanma düşünürlerinde başat olan bütün kavramlar, dinsel muhtevalarından soyutlanmış kavramlardır.[iv]
Aydınlanma düşüncesine göre insanın ‘altın çağı’ geçmişte değil gelecekte, önündedir. Çünkü zamanın ilerlemesi ve tekniğin gelişmesi ve maddi şartların inkişafıyla insanlığın ilerlemesi doğrudan alakalıdır. Ortaçağ düşüncesinde insan münfail bir varlık olarak addedilmiş; modern düşünceyle beraber ise mutlak fail konumuna yerleştirilmiştir. Etkinin tepkiyi doğurması tabiidir. Modern düşüncenin belki de gözden kaçan, mevzubahis olmayan en büyük eksikliği kendi kendine, bir tez olarak var olmasının ötesinde anti-tez olarak var olması, skolastik düşünceye bir tepki, reaksiyon olarak doğması ve sistemini bu reaksiyoner tavır üzerinden oluşturması gerçeğidir. Halbuki insan denen varlık ne tarihin kendine biçtiği rolde münfail bir vaziyette, ne de tarihin mutlak var edicisi mevkiindedir. Modern Batı düşünürleri skolastik düşüncenin karşısında gerçekten insana merhem olacak bir tasavvur peşine düşseydiler kendilerine Helenistik dönemin malumatını ilmi emanete riayet ederek aktaran Müslümanların hayat tasavvurlarına yönelir ve samimi bir şekilde tetkik ederlerdi. Halbuki onlar Doğu’yu bir düşman bellediler ve bu belleyişin peşi sıra adım adım Müslümanların tarihteki inkar edilemez izlerini el çabukluğu ile silmeye gayret ettiler.
Esasen 18.yüzyıla değin Batılı düşünürler kendi hayatlarında İslamiyet’in tesirini inkâr etmemişler idi. Hatta İngiltere’de 1730’larda hazırlanan 52 ciltlik “Universal History” isimli eser, dünya tarihini “ancient” ve “modern” olarak iki kısma ayırıyor ve modern dönemi İslamiyet’in tebliği ile başlatıyordu. Bu eser hemen biraz genişletilerek Hollandacaya ve bu tercümeye dayanarak Almancaya tercüme edilmiş hatta Fransızca tercümesi, dönemlendirmede aslına sadık olarak, ama biraz daha genişletilerek 125 ciltlik devasa bir “Histoire Universelle” olarak neşredilmişti. Bu eserde de henüz “Orta Çağ” adlı bir dönem mevcut değil yahut henüz icat edilmemiş vaziyetteydi. Bu gibi eserlerde Tarih “kadim” (ancient) ve cedid/yeni (modern) olmak üzere iki döneme ayrılmaya devam ediyor ve modern dönem, İslamiyet ile başlıyor ve kesintisiz bir şekilde devam ediyordu. (Görgün, 2021)[v]
Batı Avrupalı aydınlar, 18. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren “sapere aude”, yani “kendine güven” ilkesini hayat prensibi hâline getirmeye yöneldiler. Bu prensibi (yukarıda da iktibas ettiğimiz metninde geçtiği üzere) Kant yalnızca Aydınlanma’nın merkez düşüncesini vermek için söylemiyor, bunun yanında İslam ve Osmanlı karşısında o dönemde Batılı toplumlarda inkişaf etmeye başlayan karşı hattaki hareketi dile getiriyor gözükmektedir. (Görgün, 2021)
Tarihi yazanlar onu kendi ideoloji, tasavvurları etrafında yazdıkları için kendilerini fail konumuna yerleştirmeleri işten bile değildir. Ansiklopedicilik hareketinin şâyi olduğu vasatta bir takım örnekler İslamiyet’in Batı Avrupa’daki tesirini dile getirmekten çekinmemişse de bir süre sonra süreç tersine dönmüş, Batı kendi sömürgeci anlayışının önünde set olarak duran, kendi tabii kaynakları itibariyle de daima dönüştürülemez yapısıyla duracak olan İslamı / Müslümanları tarih dışı addederek kendi dilediği konuma yerleştirmiştir. Bu yer tayin etme mevzusu çok önemlidir. Tanımlayanın tahakküm kuracağı gerçeğini göz önünde tutttuğumuz zaman Oryantalizm’in de diğer modern akımların da gayelerini yeterince fehmedebiliriz. Batı değil kültürel tarihine, kendi akidesine, dinine bakarken dahi Müslümanların bunu kendi kaynaklarının gösterdiği izde yapmalarını istememekte, bu hususta da tayin edici güç olarak tahakküm kurmak istemektedir. Son iki yüz yıldır yaşadığımız gerçeklik de ne yazık ki tayin edici gücün Batı olduğu, Müslüman memleketlerinde Allah Rasûlü aleyhisselam’ın gösterdiği ana yol olan ehl-i sünneti tahrip gayelerinin giderek arttığını ve sâfi dimağları perişan kıldığını göstermektedir. Bize düşen akidevi olarak mevzimizi muhkemleştirip Batı ile hesaplaşmaya girerken ne kökten reddedici ne de mukallit tavır benimseyen bir halete bürünmekten kaçınmamızdır. Bizi diğer ümmetlerden ayıran “şehadet”imizi fehmetmek ve adâlete riayet etmek Müslümanların da tüm insanlığın da geleceği için olmazsa olmaz şarttır.
Ve minellahi et-tevfîk…
Fatih TEKİN
1) [i] Ahmet Cevizci, Aydınlanma Felsefesi Tarihi, Asa Yayınları, Bursa, 2008. s. 12; Michel Foucault, “Aydınlanma Nedir?”, çev. Eda Özgül, Özlem Oğuzhan, Toplumbilim Dergisi, Aydınlanma Özel Sayısı, sayı: 11, Temmuz, 2000, s. 69.
2) [ii] James Schmidt, “Aydınlanma Neydi? Moses Mendelssohn ve İmmanuel Kant Berlinische Monatsschrift’i Nasıl Yanıtladı?” çev. Fahrettin Altun, Toplumbilim Dergisi, Aydınlanma Özel Sayısı, İstanbul, 2000, s. 23. Bundan sonraki atıflarda bu eser “Atdınlanma Neydi?” olarak anılacaktır.
3) [iii] Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt (1784)”, çev. Nejat Bozkurt, Toplumbilim Dergisi Aydınlanma Özel Sayısı, sayı: 11, İstanbul, 200, s.17
4) [iv] Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, İletişim yayınları, İstanbul, 1997, s.18-19
5) [v] Tahsin Görgün, İslam, Modernizm ve Batılılaşma, Tirekitap yayınları, İstanbul, 2021, s.14-15