6 Ramazan 1442 / Erzurum-Palandöken
İnsanoğlu yazarak var olur diyebilir miyiz? Yazmaktan kastımızın ne olduğunu ortaya koyduktan sonra bu soru cevaplandırılmaya daha müsait olur. Yazmak yâni bir şeyleri zapt-u rapt altına almak, geçip giden zamanı dondurma teşebbüssü ve bu teşebbüsün verdiği cüretkarlıkla kaleme sarılmak. Elbette yazmayı kaleme hasretmeye itiraz edilebilir. Ama eğer bu düşüncelerimi ben kayıt altına alıyorsam, ve bunu yazarak yapıyorsam mevzumuz yazıya denk düşmelidir. Yazıyorum çünkü var oluyorum diyemiyorum, çünkü sağımda ve solumdaki meleklerin ben akıl bâliğ olduğumdan beri yazmakla meşgul olduklarını biliyorum. Benim yazacaklarım da onların yazacaklarının altında. Ne kadar yazarsak yazalım yazdıklarımızın onların yazdıklarından ayrılabilir tarafları olmayacak. Öyleyse yazarken de -bunu insanlara açmasak dahî- bir mukayyetliğimiz söz konusu. Muhayyerlik bahşedilmiş mukayyetlik.
6 Ramazan 1442. Bu gece iftar saati civarında İstanbul’dan Erzurum’a indim. Yaklaşık 5-6 yıl önce en son uçakla İstanbul’dan Erzurum’a inmiştim.
…
7 Ramazan 1442 / Erzurum-Palandöken
Merhum Akif Emre’nin İz’ler kitabının kıraatini itmama erdirdim. Yaptığı yolculuklar ve hayatının seyri içerisinde kayda alınmaya değer şeylerin kitaba dönüştürülmüş hâli bu eser. Yazılar arasında pek tabii olarak kopukluk olsa da okunmaya değer. Bu hususta Cahit Zarifoğlu’nun eseri “Yaşamak”ı aşan yoktur sanırım Cumhuriyet sonrası böyle müsveddelerin bir araya getirilmesi ile oluşturulan günlüklerde. Hatıra cinsinden olanları bu ayrıma katmadan diyorum tabi, onlar farklı bir meskende zâten.
Yazıyoruz, okuyoruz ama ne yazdıklarımız ne de okuduklarımız bize yeterince şifa olmuyor. Problem okuduklarımızdan çok bizde diye düşünüyorum. Modernleşmiş bir zihinle her ne kadar meselelere Müslümanca yaklaştığımızı iddia etsek de modernliğin izin verdiği ölçüde gerçekleşiyor bu çoğu kez. Tarihi sürekliliğimizi yitirdik.
…
13 Ramazan 1442 / Erzurum-Palandöken
İslâm Düşünce Atlası gerçekten ciddi bir çalışmanın ürünü. Tarihi sürekliliği sağlaması cihetiyle ve etnosentrik (avrupamerkezci) tarih yazımını elinin tersiyle kenara itmesi dolayısıyla önemi kat kat katlanıyor. Gazâli’den sonra İslâm düşüncesinin inkıtaya uğradığını iddia edenlere karşılık yeni bir tarihi dönemlendirme şekli teklif ediyor. Şüphesiz bu şekil bizim kendimizi anlama ve anlamlandırıp doğru mevziye koymamızda çok önemli bir yerde duruyor. Buna göre dönemler şöyle: Klasik dönem (7. yy’dan 12.yy’a kadar olan dönem), Yenilenme Dönemi (12.yy’dan 17.yy’a kadar), Muhasabe Dönemi (17.yydan 19.yya kadar), Arayışlar Dönemi (19. ve 20.yy). Bu dönemler de kendi içlerinde iki bölüme ayrılıyorlar ki tafsilatı için Ansiklopedinin ilk cildinin 21.sayfasına başvurulabilir. Bu çalışmayı üniversitelerde okutmak ve talebelere iyice belletmek 21.yüzyılda yeniden kendimizi bulmamız ve ayağa kalkmamız için bir mihenk taşı olabilir. Artık oryantalistlerin inşa ettiği ve bizim kabullendiğimiz onların bize bakışıyla kendimize bakmaktan vazgeçip bizim bize bizce bakma zamanımız çoktan gelmedi mi?
21 Şevval 1442 / İstanbul – Aksaray
Süleymaniye Câmiine yürüdüm yatsı namazı için. İstanbulun merkezinde sokaklar tenha. Yasaklar insanları büyük ölçüde evinde tutuyor. Kitle psikolojisi içlerinde güçlü bir şekilde yer ettiğinden bu halkadan dışarı çıkmaya kimse kolay kolay cesaret edemiyor. Halbuki üç gün önce Pazar günü Fâtih’ten kalkıp Çekmeköy’e gittim bi dostumla. Bi tane bile polis durdurup belgeniz var mı demedi, her yer fazlası ile sakindi. Bu sıralar Hallaq’ın “İslam Hukukuna Giriş” kitabını okuyorum. Oryantalist tezlerin tam aksi istikametinde kalemini oynatan Hallaq’dan öğrenecek çok şeyim var. İslam hukukunun (fıkıh oluyor bu da) neden modern hukuktan daha yaşanabilir ve yaşatabilir, çoğulcu ve insan fıtratına münasip olduğunu çok güzel işlemiş. Mahkemelerdeki sistemlerden, avukatların olmayışına (dolayısıyla kişinin kendini savunmak için fahiş fiyatlar ödemek zorunda olmayışına) değin dikkat kesinilmesi gereken mütalaları var. Geçtiğimiz haftalarda da müellifin “İmkansız Devlet” kitabını okumuştum ki gerçekten bana çok şey kattı. Modern devletin kalıbına girmeyecek bir dine sahip olduğumuz için şükrettim ve İslâmın yönetim biçimini daha iyi idrak ettim.
…
10 Zilkade 1442 / İstanbul – Aksaray
Muhyiddîn İbn Arâbî hazretlerinin Âdâbü’l Mürîd isimli eserini -Genç Müslümana Öğütler ismiyle tercüme edilmiş- bitirdikten sonra yazmaya başladım bu satırları. İnsanın kalbine hakkı ilkâ edenlere, onların nefeslerine ne kadar da fazla ihtiyacı var. Hele ki bugün. Bu kadar şatafat, şehvet, her türlü kötülük normalleşmiş iken bugün binalar, internet, televizyon arasına sıkışmış “şehrin insanı”nın ne kadar da ihtiyacı var. Toprakla bağımız kesilmiş, hava ile hakeza. Kendimizi kaybedeli hayli oluyor. Akla gelen tek soru: Ne olacak hâlimiz? Aslında meselelerin çözülme ve kendimize gelme ihtimalimiz varsa bunun biricik yolu şu: Muhasebe. Şeyh-i Ekber de az evvel okuduğum kitabında özellikle bu mevzunun altını çiziyordu: “Sana mutlaka gereken bir şey de, her vakit ve her an nefsinde hesaplaşmak ve gönlüne gelen her şeye dikkat etmek, onları kontrol etmek, yoklamak, yâni her an uyanık durmaktır.” Zorların zoru iş… Ama başka türlü bu çukurdan çıkamayız…
Bugün İsmet beyi ziyaret ettik. Yine ilginç şeylerden bahsetti. Biz girmeden az evvel bi arkadaş Mesnevi ile alakalı bir soru sormuş. Neler söylediği bende kalsın, yani zihnimde. İsmet Özel’i dinlerken kendimde eksik hissettiğim en önemli mevzular: Yakın Türkiye tarihi, Avrupa tarihi.
…
5 Cemaziyelevvel 1443 / İstanbul – Yenibosna
Kendi tarihimizi dünya tarihinden ayrı bir mecrada yol alıyor addeddiğimiz anda başlıyor tarihin dışına mevzilendirmemiz kendimizi. Bu mevzilendiriş bizi bizim dışımızdaki dünyalara karşı kapalı kılıyor böylelikle. Farklı dünyalardan alacağımız tecrübeye dayanan bilgileri kullanmayı baştan reddediyoruz. Halbuki bizim tarihimiz dünya tarihinden ayrı bir şey değil. İçine doğduğumuz dünya kendisine bigane kalınarak kendi dünyamızı kurmaya müsait hiç değil. İmtihanın ve inancın sırrı burada yatıyor belki de. Defalarca yenilmenin bir zaferi müjdelediğini kendi içimizde kalarak, kendi içimize düşerek idrak etmemiz pek mümkün değil. Evet, yolculuk bizden bizedir. Bizde başlayıp, ötekine gidecek, sonra yine bize irca olacaktır. Ancak iki “biz” arasıdır hayatı ve bizi anlamlı kılan. İki “ben” arasındaki farktır kişiyi insan kılan.
İnsan konusunda beylik laflar etmenin tehlikeli olduğunu işitmiş idim. El hak öyledir. Meçhuller diyarı olan ve bu diyarın bir parçası olan insan hakkında doğrudan vahiy almışcasına beylik laflar etmek insanı anlamaya giden yolu daha da patikalı kılmaktır bence. Tefekkürün câri olması şüpheye bırakılan paya bağlı değil midir biraz da? Her şeyi bilen, hiçbir şüpheye mahal bırakmayan, kıvranmayan, ızdırap duymayan bir kafa için kainatı seyreylemek de pek matah bir şey değildir. Ha bir de bu ızdırabı “taşıma su” ile döndürme gayretinde olanlarımız var. Izdırap çektiğini iddia edenlerin belki de çoğu kendi ızdıraplarını değil, emanet, iğreti ızdırapları taşıyor, mâliki olmadıkları hislerin sahibiymişcesine tavırlar sergiliyorlar. Halbuki ızdırabın kendi yapısı samimi olmayan ızdırapları elemekle meşhur değil midir? Izdırab hiç şüphesiz kendi başına kaim olmadıkça ve insanda orijinal bir şekliyle var olmadıkça kaçmaya devam edecektir. Kendini aşan, uğruna bir hayat feda edilmeye layık bir ülküyü idealleştirmek; ızdırabı hayata katık etmek demektir. Yaşanmaya değer hayatı bulmak onu ne retorikleştirmek ne de reklamını yapmaya hapsedilebilir. İkisinin de ötesinde yaşamak başlı başına sükutu ve yalnız kendinle ilgilenmeyi doğurur.
1 Cemaziyelevvel 1443 / İstanbul – Yenibosna
Yarın önemli bir sınavım var.
Fatih TEKİN