Ak akçe kara gün içindir atasözü henüz çocukluk yıllarımızdan itibaren kulaklarımıza fısıldanan hakikatlerdendir. Hakikatlerdendir diyoruz çünkü onları var kılan vasatın bir seküler kültür değil; Kur’an ve sünnetten süzülen kültür olduğunu ikrar ediyoruz. Bu ikrarın farkına varmadığımız sürece atasözlerini anlamaktan uzak düşeceğiz. İlkokuldan başlayarak yıllar içinde atasözleri ile olan irtibatımız hiç şüphesiz ekserimizde giderek azalmıştır. Ki bu sözlerin hakikaten ne ifade ettikleri de kalbî yolu terk ederek aklın katılığını merkezileştiren eğitim sistemimizden değil; çoğu kez mahalle kültüründen süzülen anlayış yardımıyla tebellür etmiştir hayatımızda. Ak akçenin kara gün için olduğu sözü ilk bakışta paranın, akçenin ehemmiyetini ifade eder gibi dursa da bunun da ötesinde elde bulunan akçenin kara günde aydınlatmaya yarar bir hale bürünmesi için ak olması gerektiğinin altını çizmektedir. Kara gün için lazım olan akçe her akçe değil; ak olan, nereden geldiği ve ne yolla geldiği sarahaten belli olarak helal statüsünde olan akçedir. Üzümü yiyip bağını sormayanların biriktirdikleri akçelerin miktarı ne olursa olsun ak değildir. Dolayısıyla da kara günde yardımcı olmak şöyle dursun batılan bataklığın çamuruna pis su eklemekten başka bir iş görmez bu akçeler.
Kara günde geçer akçe belli bir duruşun, akçenin asıl sahibine itibar edenlerin akçeleridir. Müslümanlar olarak akçelerimizin bize verilen emanetler olduğu şuurunu kaybedeli hayli fazla oldu. Ki bu kaybedişi cemiyet planında yalnız Cumhuriyet’in ilk yıllarına götürmek de işin içinden kolaylıkla sıyrılmak olur. Osmanlının son üç asrı zaman zaman gidişatın tersi istikamette durumlar vâki olsa da ahlâki olarak gerileme safhalarımızın gelişini özetler vaziyetteydi. Modernleşme Osmanlı’da halkta değil sarayda başladı. İnsanın eşyaya hangi ruh etrafında baktığını sarahaten izhar eden mimaride de bu izler görüldü. Camilerin yapıları hayli değişti. Süleymaniye’nin duruşu ile Pertevniyal Sultan Câmi’nin duruşu aynı mecrada akan suların habercisi bir duruş değildi. Biri bizi, bizden olanı ve imanımızı eşyada ruhlaştırırken diğeri bizi bize bakarak değil ötekine bakarak aksettirmek istedi. Başkasını bilmem ama bende modernleşme macerasına girdikten sonra yaptığımız ‘yapı’larla bu dönemin öncesinde yaptığımız eserler arasındaki uçurumu fark ediş; peşi sıra ürkütücü bir his uyandırır.
Tarih dediğimiz hadise sloganlaştırılıp kendisinden tatminler dizisi üretilecek bir vukûat menbaı değil; yeniden inşa ve ihya için ibret alınabilecek hadiseler dizisidir. Müslüman olarak herhangi bir olayı hamasete hapsedip yalnız bununla yetinmek hamasete mevzu kıldığımız şeyleri yanlış anladığımızın da habercisidir. Ertuğrul Gazi de, Muhyiddin İbn Arâbi de Holywood formları içinde eritilerek insanları tatmine sürükleyen dizilerin resmettiği gibi bir hayatî seyir içinde değildi. Sinemanın anlamını doğru yere raptedecek isek bu onu insan elinin uzanmaya muktedir olduğu her alanda ideal noktası olarak ‘ruhu bir sonraki aşamaya davetle alakalı bir yer olmalıdır. İnsanı arıtan (katharsis), zamanının nasıl geçtiğini fark ettirmeyen ve heyecanını sömüren dizilerin Müslümanca olup olmadığının mevzubahis edilmediği ortamda Müslümanca tefekküre dair bir soru/nun olmaması tabiidir. Bu diziler ve bunlardan elde edilen akçelerin ak olmadığı ve kara günler için de istimal edilmeyeceğini bilmek akçeyi ak kılan hususiyetleri yakalamaya yaklaşmak demektir.
Ak akçedir kara gün için olan. Kara akçeler kara günlerin karanlığını artırarak bu karanlıkların devamını temin etmekten öteye bir şey yapamazlar. Kendilerini ak olarak takdim etmeleri onların ak olmalarını hiç de gerektirmez. Kâlde propagandası yapılan şey hâle sirayet etmez. Hâlin propaganda ve reklama ihtiyacı yoktur. O zaten sâridir (sirayet edendir). Sirayetine muvaffak kılan da insanı var edenin kendidir. Kara günler de geçer, sonbahar da biter. Gaye kara günleri aşmak değil günün karalığını tayin edenin huzuruna pakça varmaktır. Kim bize kara günler için akçe biriktirmeği öğütlüyor ve yalnız biriktirmekten bahsediyorsa onun; akçenin ak olmasının makbuliyetini neyin sağladığını bilmediğinden emin olabiliriz. Bize düşen akçe biriktirmek değil üzerine dünyanın kokusu sinmiş akçeyi dahî ak kılan şeyin şuuruna varmaktır. Bu şuura varmak akçenin de dünyanın da fâniliğini idrak ettirecektir.
Fatih TEKİN