
Iskalamak bir şeyi, elden kaçırmaktır bir bakıma. Savaş sözkonusu olduğunda ıskalanmış düşmanların varlığı rahatsız eder bizi. Can pazarı sözkonusudur ancak bertaraf edemediğimiz her düşman bizim varlığımızı pazara çıkaracaktır. Iskalamak hayatımızı riske atmaktır tam burada. Iskalamak yani ortadan kaldırmak adına çektiğimiz tetiğin boşluğa düşmesi. Sıcak savaşdan uzak bir hayat yaşadığımız gerçeğiyle geçiriyoruz gerçi günlerimizi. Bu tecrübe elbette bu topraklar için geçerli. Komşularımıza döndüğümüzdeyse savaşın normalleştiği zaman dilimlerinde çocukluklarını idrak edenlerle yüzleşiyoruz. Göçmenlik alınlarına yazılmış çocuklar, evsizliği iliklerine kadar hissederek bu devreyi atlatıyorlar. Çocuk sözkonusu olduğunda vicdanını yitirmemişlerimiz bir tınıya kapılıyor. Merhametin, şefkatin bize bir ses bahşettiğini farkediyorlar. İnsan olmanın haysiyetinin bu sınır boylarından geçtiğine ikna oluyorlar.
Iskalanmış hayatlar diyorduk. Hayat üzerine yazmak ilk elden kolay görünse de kalemi ele alır almaz bir takım zorluklar çıkar karşımıza. Sözkonusu ıskalanmış hayatlarsa daha tehlikeli bir mevziye ayak basmışız demektir. Bu konu da Batılı düşünürler tarafından ele alınmıştır. Hayatı en çok ıskalan zevat tarafından yani. Mesela Baumann’ın dilimize “Iskarta Hayatlar” ismiyle bir eseri çevrilmiştir. Iskartaya çıkarılmak biraz da hayatı ıskalamış kimselerin akıbetidir.
Iskalanmış bir hayat hesabı verilememiş bir hayattır. Hesap vermek bizde genelde kötü manada anlaşılır. Hesap vermeden yaşanan hayatlar cilalı bir şekilde vitrine konulur. Biz de flaneur’lar olarak bakarız bu vitrinlerin ışıklarına. Flaneur demişken, Baudelaire bu kavramı modern dünyanın anlaşılması bakımından hayli kullanışlı bir yere yerleştirmiştir. W. Benjamin’se “Pasajlar” isimli magnum opus eserinin önemli bir bölümünü Flaneur meselesine ayırmıştır. Flaneur’lar vitrinlerin daimi müşterisidir. Ancak burada müşteriden maksat bir alışveriş ilişkisi bakımından müşterilik değildir. Bakmaklar burada merkezdedir. Hiçbir ticari ilişkiye girişmeksizin, yalnızlığı, modern kentin çıkmazlarını yakalığında taşıyarak, bakmayı bir istikrara kavuşturarak bir yürüyüşdür sözkonusu olan. Yürümek insana içinde bulunduğu karmaşadan bir nebze olsun kaçış sağlayabilir. Yürümek deyince, bir yere yetişmek için yahut bir amaç etrafında , bir yerden bir yere ulaşmak anlamında bir yürümekten söz etmiyorum. Yürümenin kendisini merkeze alan kısa bir yolculuktan bahis açıyorum. “Yürümenin Felsefesi” isimli dilimize çevrilmiş eser bu noktada mebzul miktarda yürüyüşü merkeze alan düşünür ve filozoflardan örnekler getirir. Nietzsche’den Kant’a, Heidegger’e kadar Batılı düşünürlerin yürürken buldukları parlak fikirlerden haberdar oluruz bu kitap vesilesiyle.
Iskalanmış bir hayata sahip olanlar yürümekle başıhoş olmayanlardır. Bir yere yetişmek alınlarına yazılmışcasına yanıbaşlarından ayrılmayan bu insanlar için, durmak; sükunetin sesine kulak kabartmak, felaket anlamına gelir. Bir noktada bu insanları yargılamaktan ve üzerlerine ne kadar berbat bir durum içinde olduklarına dair analizlerimizi boca etmek huyundan vazgeçmeliyiz. Sanayi devrimi gibi kente göçleri teşvik hatta icbar eden durumlar olmasaydı bugün kentlerimizin karmaşasından, hızlanan hayattan ve hatta ıskalanmış hayatlardan bahsetmek ve çözümler sunmak zorunda hissetmeyebilirdik kendimizi. Elbette tarih sözkonusu olduğunda geçmişte gerçekleşmemiş olaylar üzerinden bir kurguya kapılmak bizi avutmaktan öteye gitmeyecektir. Ancak insan teklerinden tutalım bu teklerden meydana gelen topluluklara kadar, üzerine düşünerek nesneleştirdiğimiz her türlü alanın bir saldırı sonucu şimdiki hallerine eriştiklerini unutmamak gerekir. “Ev sahibi ihmalkar da, hırsızın hiç mi suçu yok” özdeyişini burada yürürlüğe sokabiliriz.
Türk düşüncesinin nadide isimlerinden olan Salih Mirzabeyoğlu’nun çeşitli vesilelerle sözkonusu ettiği bir hakikati tam burada hatırlayabiliriz. Ona göre içinde yaşanılan zemini insanların daha ahlaklı olabileceği bir yer haline getirmeden ahlaka dair vaaz ve söylemler boşa düşecektir. Zira daha önce değindiğimiz üzere nihayetinde toplum münfail bir varlıktır. İnfiale kapılması da, hayr yolları üzerinde bir hayat yaşaması da sosyal hayatın akışıyla doğrudan alakalıdır. Manidardır ki modernlik ve onun ürettiği tüm hayat felsefeleri özgürlüğü bir reklam olarak takdim etmişse de ortaya çıkan manzara totaliterliğin farklı yüzlerinin bir toplamıdır. Halbuki İslam sözkonusu olduğunda teşvik ettiği, yürür hale getirmek istediği hayat ”zarurât-ı hamse” adı verilen; din, can, akıl, nesil ve mal olarak ifade edebileceğimiz zaruri beş değeri temin ile kendini gerçekleştirmiştir.
Iskalanmış bir hayat hakkı verilmemiş bir hayattır. Hatıraların içi uçucu bir takım görüntülerle doludur bu hayat tarzında. Görme duyusu fotoğraf çekmek ve gerçekliği görüntüye hapsetmekle idame ettirilir. İşitmekler gürültülere gebedir. Gürültüde hiçbir ses işitilmez, işitmek yerini şaşkınlık ve başıboşluğa bırakır. Dokunma duyusu ortadan kalkmıştır. Dokunmanın da bir hafızası vardır. Iskalanan hayatlar ıskalanmış dokunmaklarla doldurulmuştur. Kokular da birbirine karışmıştır bu hayat tarzında. Güzel koku insanı güzel âlemlere götürür. Kötü koku bulaşıcıdır, bulaştıklarını ya kaçırır ya da belli süre sonra bu kokuya alıştırarak kötülüğü normal bir kalıba sokar. İstikamettir bizim aradığımız. İstikameti olan bir hayat asla yarım kalmamış, ıskalanmamıştır. Zira Allah insanın niyetine göre sülukunu öldükten sonra da devam ettirir. Ameller niyetlere göredir hadisi İslâm’ın özünü verir. Niyet ameli doldurur, ona renk verir, güzel bir kokuya bürür. Niyetsiz amelse renksiz, tatsız ve kokusuzdur. Bu durumda tüm sa’yler idlale varır. Nitekim şöyle buyrulmuştur: “ellezîne dalle sa’yuhum fi’l hayati’d dünya vehum yehsebûne ennehum yuhsinûne sun’a”. “Onlar ki dünya hayatında sa’yleri boşa gitmektedir de kendilerini zannederler; ki cidden güzel san’at yapıyorlar” (Kehf, 104, Elmalılı mealinden).