Bu yazı ilk olarak Dilhane Dergisinin Nisan sayısında yayımlanmıştır. Dergiye şu linkten ulaşabilirsiniz: Dilhâne | Aylık Dijital Dergi | Dijital Kütüphane (dilhane.net)
“Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi”
Sezai Karakoç çocuk olmanın ufkunu çizen ve kendi çocukluğunu resmettiği “Çocukluğumuz” isimli şiirini böyle bitirir. Çocukluğun güzün dökülen yapraklar olarak resmedildiği bu şiirin ilk yazılışının 1960 yılına tekabül etmesi fazlasıyla düşündürücüdür. Bundan altmış iki yıl evvel şair tarafından güzün dökülen yapraklara benzetilen çocukluk bugün yok olmakla karşı karşıya dense yeridir.
Kadim zamanlardan modern zamanlara geçişte evvel emirde insan anlayışının değiştiği, Batı’da Aydınlanma sürecinin yüzyıllara yayılarak ve gittikçe meşruiyetini merkezileştirerek dünyanın merkezine oturduğu malumdur. Muharref Hristiyanlığın köşeye sıkıştırarak, Allah’ın insanoğluna bahşettiği âdemiyyeti dolayısıyla mübarekliğini ters tarafından yok sayması, İsa aleyhisselama tanrılık atfetmesiyle mertebeleri alt üst etmesi bu anlayışa tepki olarak Aydınlanma düşüncesini aşama aşama meydana getirmiş, bir uç diğer bir ucu doğurarak ifrat ve tefrit kıyılarında gezinmeyi gerektirmiştir. Halbuki insan olmanın manası ancak insanı yaratanın izinde doğru bir usulle gidilirse sıhhate kavuşacaktır. Antik Yunan filozoflarından beri insana dair serdedilen görüşlerde hikmet kırıntılarının olması, hikmetin kendisinin filozoflarda olmasını gerektirmediği gibi, doğrunun yarısının da yanlış olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Çocukluğun hakikatinin ne olduğuna dair bir tasavvurda bulunmak için, insan olmanın hakikatini idrak etmek gerekir. İnsan esfel-i sâfilin ile ekmel-i kâmilin arasında salınan, kendisine bahşedilmiş seçme hürriyetiyle hayra yahut şerre yol alarak bir yanıyla kendini inkâra, diğer yanıyla kendine varmaya muktedir bir varlıktır. Kendine varmak varoluşunun idrakine sahip olarak Rabbine teslim olmaktır. Allah’ın yeryüzünde halifesi olmak şerefi onun yükünü ağırlaştırırken, Peygamberler vasıtasıyla kendisine bahşedilen bilgi ve bu bilginin amele dökülmesiyle bu yükü hakkıyla taşıyabilir ancak.
Fıtratı dışarıdan müdahalelerle bozulmamış çocukda insan olmanın kemâlinin işaretleri hayli fazladır. Mesela çocuk her şeyden evvel hesâbî değil hasbîdir. Hesap ve kitap yapmanın onun dünyasında yeri yoktur. Ruhunun safiyeti dolayısıyla bedenine sığmayışı onu farklı mekanlara savurur. Ancak bu savruluşlarda öylesine teslim ve sâkin bir mizaçtadır ki Rabbine olan güvenine gıpta edilir. Sonra dünyayı fazlasıyla mistik görür. Bizim modern dünyanın filtrelerinden geçerek vasıl olduğumuz (!) idrak dolayısıyla göz ucuyla bile bakmaktan imtina ettiğimiz mekanlar onun için kurcalanması, keşfedilmesi gereken harikalar diyarıdır. Tabiat onun için baştan başa bir masal, sürekli kendisiyle muhatap olunarak hayretini celbedecek bir yerden başkası değildir. Halbuki modernlikle beraber dünyanın gezegenlerden bir gezegen olduğu, tabiata ancak güç devşirildiği takdirde, insanın iştihalarına hizmet etmesi durumunda kıymet atfedileceği görüşü genel geçer kanaat haline gelmiştir. Gökyüzüne bakmayı unutan ve gökyüzü vasıtasıyla kendi benliğinin derinliklerine inme imkanından bihaber olan modern insana karşılık çocuk gökyüzü ile kurduğu bağla kendini sürekli diri tutar, yeniler. Kendisine yapılan telkinlere (iyi yahut kötü olsun farketmez) kulak vererek “büyüyen” çocuk bu sâfiyetini bu yapılan telkinlerin muhtevası dolayısıyla ya korur yahut kaybeder. İnsan olmanın kemâli, kâinatın efendisi Efendimiz aleyhisselam’ın buyurduğu üzere çocuklar İslâm fıtratı üzere doğar, ancak anne-babası onu Hristiyan, Mecusi vesaire yapar. Bugün, Batı modernliğinin sirayet etmediği bir nefesin dahi kalmadığı dünyamızda doğan çocuklar da İslâm fıtratı üzere doğar. Ancak bizler onların sâfiyane melekelerini körleştirir, pak ruhlarını kirletme yolunda adımlar atmalarını sağlarız.
Hususen teknolojinin bu kadar hayatımızdan bir parça olduğu, kimliğimiz haline geldiği bir ortamda çocuklarımız da bu dönüşümden, suni kimlik aşısından pay alır vaziyettedirler. Merakları, muhayyile zenginlikleri kendilerine izletilen, baş başa bıraktığımız görüntüler vasıtasıyla körleştirilir, kökünden koparılır ve modern dünyanın istediği bir hale gelecek şekilde tohumlar atılır ruhlarına. Bir yandan böylesine idraklerinin körleştirildiği bir durumla karşı karşıya kalmak, diğer yandan ise onlardan Müslüman olmanın hakikatine dair bir beklentide bulunmak kendimizi kandırmaktır. Hele hele modern eğitim sisteminin bugün anaokullarına kadar zorunlu hale getirilmeye çalışılması sonucu çocuğu henüz küçük yaşta iken materyalist düzene teslim etmek, onun sâfiyetinin çok daha erken perişan edilmesine ön ayak olmaktan başka bir şey değildir. Modern dönemlerde şayet fıtrî bir usulle gelişirse modern dünyanın kendisi için başlı başına bir sorun teşkil edecek çocukluğun değiştirilmesi, tasarlanan yeni usulle sistem için sorun teşkil etmeyecek bir insan olarak yetişmesi için neler yapılma gayretinde olduğuna dair Ahmed Paul Keeler’ın aşağıdaki sözleri ehemmiyetlidir:
“Modern kült, tüketicilere dönüştürülmemizi gerektiriyor ve bu ancak çocukluğun yeniden tasarlanmasıyla gerçekleştirilebilir. Çocuk kısa süreçte yaşamaya şartlandırılmalı ve bunu başarmak için bir tüketici çocukluk icat edilmelidir. Böylece, pazarlamacılar çocukluğun kendi versiyonlarını yarattılar. Çocuğun önüne hayal gücüne hiçbir şey bırakmayan cafcaflı renklerde plastik oyuncaklar yerleştirilir. Çocuk bu görüntüden heyecan duyar, bir süre onunla oynar ve sonra sıkılır. Çocuğu mutlu tutmak için, oyuncak bir diğeri ve sonra bir başkası ile değiştirilir ve çocuk bağımlılık yaratan bir kişilik geliştirene kadar bu böylece devam eder. Hayal gücü, çocuğu tamamen hipnotize eden filmler ve oyunlar tarafından da saldırıya uğrar. Kendi hayal gücü talana uğrayan çocuk, harici bir kaynağa bağımlı hale gelir ve bir hayal gücü diyalizi devreye girer. Ve böylece Kantçı kâbus başlar. Çocuk, bireyin egemenliğinin imgeleri ve ideolojisi ile boğulmuş ve çevrelenmiştir. Henüz herhangi bir kişisel gelişim gerçekleştirmemiş veya herhangi bir nesnel ölçü edinmemiş olan çocuğa erken yaşlardan itibaren kendi kararlarını kendisi vermesi gerektiği öğretilir. Kimlikleri yanlış biçimlendirilmiş ve vaktinden önce çocukluklarından koparılmış çocuklar bencilleşir ve dünyayı tüketicilerin gözleriyle görürler, artık her şey kişisel bir seçim meselesi haline gelir. Ergenlik çağında, yani bir sonraki büyük dönüşüm çağına ulaştığında, çocuk isyan eder. Kendi çocukluk dünyalarında dolaşmaktan ve uygun ilişkiler kurmaktan yoksun bırakılan çocuklar, şimdi bu geçiş döneminde yetişkinlerden ayrı kendi toplumlarını yaratmaya çalışırlar. Bu tam da çocuğu yetişkinliğe çekmek için yetişkin ile çocuk arasındaki ilişkinin en önemli olduğu zamanda olur. Bunun devamında gerçekleşenler, Robert Bly’ın Sibling Society (Kardeşler Toplumu) eserinde mükemmel bir şekilde tarif ediliyor. Toplum yaşamın farklı sahalarının birbirine bağlandığı dikey bir sosyal yapı yerine, her neslin sonsuza kadar ergenlikte mahsur kaldığı katmanlı, yapay bir yapıya dönüşür.”[i]
Ergenlik, modern dünyanın boyunduruğu altında yaşamayı bir zul kabul etmek şöyle dursun, memnuniyetle kabul eden insan tipolojisinin ön adımıdır desek yeridir. Zira ergen diye tesmiye edilen yaş, dönüştürülmüş çocukluk devresinden sonra modern dünyaya alışma adımlarının meşrulaştırıldığı devredir. Bir yanıyla horlanan bu devre, diğer yanıyla ise yaptığı hataları hafifletilen bir devre halinde tezahür etmektedir. Halbuki İslâm’da “ergenlik” çağı diye bir şey yoktur. Akıl – bâliğ olmak, Allah’ın insanı mükellef kılmasıyla başladığı imtihan hayatının tescillendiği devredir. Ferdin artık cemiyette her hareketinin ciddiye alındığı, sorumluluklarıyla kendini var kıldığı bir devre olan akıl-bulüğ devresinin modern dünyanın istediği tipolojiyle taban tabana zıt olduğunu söylemek gerekir. Çocukluğu yeniden keşfetmemiz gerekmektedir. Bu keşif ise evvela keşf-i kadimden geçmekte, kadim olanda mündemiç olan fıtratın izlerini sürmeden çocukluğun hakikatine erişmenin mümkün olmadığını bilmekte gizlidir. Allah’ın Rasûlü aleyhisselamın muhatap olduğu bilgi dolayısıyla bütün bilgi kaynaklarından üstte olduğunu idrak ettiysek şayet; çocukluğun hakikatini de onun yardımı olmadan yeniden keşfedemeyeceğimizi farketmiş olmalıyız. Tüketici, hâris insan formunun insanın makineler vasıtasıyla “ölümsüz” olacağı düşünü gören Batı’ya karşılık çocukluğun da, insan olmanın da hakikatini keşfedersek dünyayı yeniden mamur kılma mevkiisine erişeceğimizden şüphemiz olmasın. Sa’y bizden tevfik O’ndan…
FATİH TEKİN
[i] Ahmed Paul Keeler , İslâm’ı ve Batı’yı Yeniden Düşünmek, tercüme: Mustafa Balbay, İbn Haldun Üniversitesi Yayınları, 2021, s.102-103