Eşya ve hâdiseye bakan gözün küllîliği onun hükümlerinin sıhhatini temin eder. Bakışta kendini fâş eden sâbitelerin verdiği cevaplar, dayandıkları mesnedlere göre anlam kazanırlar. Her sâbite bir isbat demektir. İsbat için ise eşyanın ya varlığı yahut yokluğunun sübutu vâki olmalıdır. İspat olmadan tefekkür de olmaz, çare de. İsbatın yokluğu kargaşanın hükümfermâ olmasının yolunu açar. Anarşinin olduğu yerde kelimeler de, kelimelerden tüten mânâlar da boşluğa düşer. Boşluğa düşen şey ise câri olarak temin edeceği faydadan mahrum bırakır insanı.
Modern insan boşluğa düşmüş hakikatlerin yoksunu insandır bir bakıma. Küllî hükümlerin yokluğu anarşinin ikamesini sağlamış, anarşiden ise tefekkür değil tefessüh (çürüyüp dökülme) ortaya çıkmıştır. Tefessühün meşrulaştırılması ise bir yanıyla bu feshe, insanın feshedilişine karşı üretilen cevaplarla sağlanmıştır. Modernliği postmodernliğin bitirdiğini iddia etmek, ikincisinin birincisini yeniden üretmekle meşgul olduğunu ıskalamak demektir. Modernlikte hakikat fikri büsbütün reddedilirken, postmodernlik hakikati kesret ile malul kılarak tersinden onun feshini devam ettirmiştir. Hakikat hâlâ boşluktadır. Boşluktadır derken, insan ve içinde bulunduğu dünyanın bozuluşuna karşı verilen cevaplarda gözden ıraktır manasındadır. Yoksa hakikat daima vardır ve onun sübutu birisinin ikame etmesi ike vâki olmuş değildir. Biz ona muhatap olarak kendiliğimizi ve kendiliğimizin doğuracağı adaleti sağlarız. Mütefekkirin ifadesiyle “hükümler burada, ya ona bakan göz nerede?”de gizlidir mesele. Küllîlik kendini kapatmak, tefekkürü baltalamak demek değildir. Mutlak fikrin gerekliliğine teslim oluşun ardından her meseleye verilecek cevapların kendisiyle mümkün olacağı temeli, sâbiteyi doğru yere raptedmektir küllîlik. Her aklı başında Müslüman bu küllîliğin Kur’an ve Sünnet’ten neşet ettiğini ikrar edecektir. Ne var ki bu ikrar başlı başlına bir sistemi sağlamaz. İslâm düşüncesinde bu meseleyi usul-ü fıkıh halletmiş, usul-ü fıkh tedris edilmeden Kur’an-ı Hakim’in anlaşılamayacağı âlimler tarafından beyan edilmiştir. Modern zamanlarda ise kendimize bakışımızı sağlayan bu anlayış yanında (usul-ü fıkhın sağladığı idrak) ötekine bakışımızı manalandırmak önemlidir. Bu hususu Bedri Gencer hoca “Usulden Esasa Türk Düşüncesi” makalesinde “bidate vukufiyet” olarak tesmiye etmiş; modern zamanlarda ortaya çıkan meselelere verilecek cevaplarda klasik tedrisatın yanında ötekine dair tasavvuru doğru mayalandırmanın gerekliliği üzerinde durmuştur. Sünnete vâkıf olmadan bidâte vukufiyetin insanı sünnetten yani dinden uzaklaştıracağı, bidatin sünnet yerine, yani bâtılın hak yerine ikame olacağı nasıl ıskalanmaması gereken bir gerçekse; sünnete vukufiyetin modern meselelere cevapta başlı başına yetmeyeceği de bir gerçektir. Ferdin kendi hayatında dünya ve ahiret saadetine nail olması meselesinden ziyade, burada üzerinde durulan husus Müslümanların modern dünyayı anlama ve anlamlandırması, sonrasında ise bu dünyayı insanlığın fıtratına uygun bir hale kalbetmeleri hususudur. Yaklaşık dört asırlık bir süre içerisinde, hususen iki asır boyunca Müslümanların bu dönüşen dünyaya cevap üretirken uçlarda gezmeleri, bidate vukufiyeti bidate tebaa olma noktasına taşımaları onları kendilerinden uzaklaştırmıştır. Bu hususu kısaca “parçalanmış idrak” kavramı üzerinden açmak faydalı olacaktır.
İdrak bir şeye akıl erdirmek, o şeye dair anlama yeteneğine sahip olmak demektir. Kökü “derk” kelimesidir ve yetişmek manasındadır. Eşyanın ne ise “o”luğuna yetişmek, ermek manasında alabileceğimiz idrak dolayısıyla insan kendini ve kainatı anlamlandırır. İdrakine muhatap kıldığı şeye bakarken ittihaz ettiği merkez kaideler onu ya selamete yahut felakete düçar kılar. Modern dünyanın insanı, parçalanmış idrakiyle kendisinden mahrum olduğu merkezîlik dolayısıyla yerini bir türlü bulamamış, vatansızlık onun başlıca kimliği olarak tezahür etmiştir. Ulus-devletleri vasıtasıyla sürekli propogandası yapılan “vatandaşlık” statüsüne rağmen insanın bu yersiz-yurtsuzluğu hakikati pek mânidardır. Ruhî olarak yerini tayin edemeyen ve “ne”liğine dair bir tasavvura sahip olamayan, vicdanını susturamayan modern insan parçalanmış idrakiyle kendisine pansuman tedbirler aramakta, her bulduğunu sandığı şey onu bulması gereken şeyden daha da uzaklaştırmaktadır.
Hilafetin ilga edildiği, yazının değiştirildiği, kıyafetlere dahi müdahale edilen “vatan”ımızda ise bu parçalanışın seyri bir yanıyla taaccübe şayan, diğer yanıyla ise korkutucudur. Evvel emirde yazının değişmesi dolayısıyla bir önceki nesille araya örülmek istenen duvarlar tutmuş gibidir. Öyle ki bugün “Türk Edebiyatı Klasikleri” olarak piyasaya sürülen Osmanlı son dönem romanlarının hem latinize edilişi, hem de “sadeleştirme” adı altında dönüştürülmesi acıklı bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Halk için, halkın dikkatine şayan olmak için telif edilen, ilim dilinden fersah fersah uzak olan bu romanları anlamak için dahi “çevirmen”e ihtiyaç duymak idrakimizin parçalanışının göstergelerinden biridir. Diğer yanıyla resmi tarihin inşa ettiği “Avrupamerkezci” tarih anlayışı da tarih tasavvurlarını ters yüz etmiş, ilerlemeci anlatı hayatımızın dört bir yanına tahakküm kuracak kadar zihnimizde yer etmiştir. Öyle ki İslâm tarihi ele alınırken dahi bu ileri-geri mantığıyla olaylar tahkiye edilmekte, dairesel tarih anlayışı ötelenmektedir. Kültür vasıtasıyla yaşayan sünnet kültürün de yok olmasıyla cemiyetimizden çekilmiş, yerine hemen her evde bulunan televizyon ve diğer teknolojik aletler vasıtasıyla modern dünyanın ürettiği ve yaşayışını borçlu olduğu iştiha merkezli kültür hegemonyası oturmuştur. İslâmi cevapların üretilmesi gerektiği dile getirilen bu inkıraz karşısında İslâmiyetin cevaplarının üretilemeyeceği, üretme işinin yapay, suni olacağı, ancak derdimize çare olarak ihya edileceği dahi akıllardan çıkmıştır.
İdrakin parçalanması hayatın anlamının kaybolması manasındadır. Hayatın anlamını arayanların uğrayacağı yerler modernliği var kılan ve sürekli üreten filozofların metinleri değil; bize kendimizi hatırlatacak, tezekkürle kaim kılacak İslâmî geleneğimizdir. Bu geleneğe yapılan çağrıların tradisyonalist yani gelenekçi olmaması, İslâmı gelenekten ibaret görme yanlışına düşmemesi de ehemmiyetlidir. Geleneği önemsemek ile geleneği merkezî kılmak farklı hususlardır. Bize düşen başımıza nereden geldiği ve nasıl konduğunu dahi bilmediğimiz “şapkamızı” önümüze koymak ve sorunlarımıza sahici yaklaşmaktır. Tedavinin başlangıcı marazın teşhisiyle doğrudan alakalıdır. Parçalanmış idrakten küllî perspektife yolculuğumuzu yapmak bizi sahil-i selamet yoluna koyacaktır. Diğer yandan unutmamak gerektir ki her adım bir yol alıştır ama her yol alış doğruya varmayacaktır. Yolumuzu doğruya, doğru bir usulle vardırması için Rabbimizden dileğimiz bize rüşdümüzü ilham etmesidir. Zira O dilemedikçe ne kelimelerin ne tefekkürî yolculukların gayesine ermesi mümkün değildir…
FATİH TEKİN