Mekân, içinde yaşanılan zamanın tecelli ettiği mevzidir. Üzerinde bulunulan işin anlam kazanması mekânın keyfiyetiyle doğrudan alakalıdır. İnsanın ruhuna sirayet eden mekân onu hayra yahut şerre davet etme imkanını içinde barındırmaktadır. Mekanı es geçmek, insanı es geçmek demektir. İçinde bulunduğumuz hâl ve şartlar bize mekânın ehemmiyetinden çok kapitalist zihniyete olan mutabakatını ihtar etmekte. Her şeyin alınıp satılma felaketine düçâr olduğu dünyamızda mekân da metalaşmadan payını almada. İnşa edilen evlerin insan ruhuna tesiri ne mimarların ne de müteahhitlerin umrunda. Bundan daha kötüsü ne şekil ne de muhteva olarak güzellikten, estetikten nasibi olmayan beton yığınları insanlar tarafından sürekli olarak satın alınmakta, arz-talep dengesi devri daim ederek devam etmekte, felaket yeniden ve ısrarla üretilmekte. Gözlerimizi çevirip raptedeceğimiz boşluktan bile mahrum olduğumuz kentlerimiz bizi hıza davet ederken; insânî irtibatlarımızı da bu hız etrafında örmeye teşvik etmekte. Ne var ki çocukluk çağından beri içerisinde bulunduğumuz eğitim sistemimizden, kamu hayatına değin tüm kurum ve kuruluşlar da bu hız merkezli çağa ayak uydurmak, bizi bu sistemin çarklarını yağlamaya davet etmekte ısrarcılar. Çünkü ortada kurulan yeni bir dünya varsa; bu dünya evvela mekânı işgal ederek ve peşi sıra değiştirerek var oldu. Çünkü mekân hafızadır. İnsan doğru usulle muhatap olursa mekan vesilesiyle unuttuğunu unuttuğu elest bezmindeki sözünü dahî hatırlayabilir. Hatırlamak (tezekkür) insanın kendi ruhî yolculuğunun olmazsa olmazlarındandır. İnsan basamakları ruh katmanlarını hatırlayarak çıkar. Kendini hatırlamanın götüreceği yer rabbini hatırlamadır. Varılan menzilde artık eşyada Allah’ın tecellisi müşahade edilir. Bu hakikatlere binaen kurulan geleneksel mimarimiz Selçuklu’da da Osmanlı’da da kendini göstermiştir. Kadim zamanlarda zamanın ruhu insana münasip bir yolla bezenildiği için bu ruh mekânı da içine katmakta zorlanmamıştır. Bugün ise insanlar istatistikî verilere dönüştürülmüş ve toplum mühendisleri tarafından cebren üst üste dizilecek bir hâle itilmiştir. Modern Batı mimarisi Batı’nın diğer alanlarında cebr anlayışına tealluken inşa edilmiş; insanlar totaliter iktidarlar tarafından insan haysiyetine sığmayacak mekanlara hapsedilmiştir. Bizim ülkemizde de Tanzimat’tan beri Batı çizgisine kayan anlayışımızdan mimarimiz de payını almıştır. Turgut Cansever bu konu hakkında şunları söylemektedir: “Tanzimat’a kadar sivil yapılar, özellikle evler ahşap ve kerpiç gibi geçici malzeme ile yapılıyordu. Ahşap, değişmeyen, kalıcı büyük değerler karşısında günlük hayatı tanzim eden çerçevelerin değişmeye açık oluşunu, hayatın dinamik bir süreç oluşunu simgeliyor, değişmeyecek olanın ancak ilahî gerçek olduğunu telkin ediyordu. Böylece her nesil kendi şehrini inşa edebiliyor, kendi yaşama ortamını yeniden düzenleyebiliyordu.” [1]
Mekanı katılaştırmamak, değişime açık kılmak, daim olanın yanında geçici oluşunu tezahür ettirmek… Hiç şüphesiz tüm bunlar kâinatı var kılan yaratıcıdan haberdar olan bir anlayışın mimarisidir. Hiç ölmeyecekmişcesine gökdelenler diken, tabiatı perişan etmeyi kendisi için bir problem addetmeyen, insana menfaat merkezli bir değer yükleyen tasavvurun mimarisinin bu inceliklere dikkat kesilmesini beklemek abesle iştigaldir. Bugün içinde bulunduğumuz mimari yapı kökü zehirle dolu zakkum ağacının yemişlerinden başka bir şey değildir. İnsana verilen değerin alt-üst olması mekâna verilen değerin de alt üst oluşunu sağlar. İnsanın ruhunu değil nefsini merkeze almanın varacağı yer ruhu sıkıştıran, yok sayan mekanları nefslere peşkeş çekmektir. Modern Batı mimarisinin neden menfaat ve nefs merkezli kurulduğunu şu satırlar fazlasıyla fâş etmektedir: “Bonapart’ın Paris projesi doğrusu ilginç temellere dayanmaktadır. Bunu anlattığımız zaman bizde insanlar pek şaşırıyorlar. Bonapart, ihtilalin sokaktan gelen önderleri ortadan kalkınca üç kişiyle birlikte Fransa’nın hâkimi oldu. Ama Napolyon diğer ikisinin kendisine ihanet edeceğinden korkuyor. Bunun için bir Paris planı çizdiriyor. Geniş caddelerin yuvarlak meydanlarda birleştiği bu planın sebeb-i hikmeti şu: Napolyon topçu subayı. Eğer ortakları ihanet edip halkı ayaklandırır da bu bulvarların iki tarafındaki apartmanlarda yaşayan halk sokaklara dökülürse, yuvarlak meydanlarda yerleştireceği topçu bataryalarıyla onları bastıracağını düşünüyor. Planın esas sebebi bu. Sözde Türk aydını dedikleri bilmem ne budalalarının çok hayran oldukları Paris’in temeli bu.”[2]
Üst üste istif edilmiş betonarme binalarda doğan ve lüks sitelerin içinde yetişen gençliğin ufkunun Mimar Sinan’a raptedilmesi beklenemez. Buna karşın taşrada yetişmiş, köyde tabiatın içinden gelmiş insanların Batı’dan esip gelen ve bizde kötü kopyalarıyla var olan modern mimariye dair endişelerinin olmayışı ciddi bir problemdir. Osmanlı’da camiiler inşa edildikten sonra çevresindeki evlerin pencerelerinin ölçüsü dahi küçük olurmuş. Bunun sebebi câminin heybeti ve insana verdiği huşunun ziyadeleşmesini istemektir. Şimdi ise Allah’ın evi olan Kabe-i Muazzama’nın başında dikili bulunan şekilsiz gökdelenler yalnız göğü değil İslam hassasiyetine sahip nazik kalpleri de delmektedir. Osmanlı zamanında çevresinde Kabe’den büyük yapının bulunmasına izin verilmemesine karşılık şimdiki yapıların şekilsizliği ve yüksekliği bize neyi kaybettiğimiz ve neyden mahrum olduğumuzu ihtar etmektedir. Ne var ki neyi kaybettiğimizin farkında olmak için kaybettiğimizi ikrar gerektir. Nerede kaldı ki içinde bulunduğu dünyanın baştan aşağı insanı metalaştırmak ve yok etmek üzere kurulu olduğunu idrak ederek her şeye yeniden başlamaya niyet etmek… Hak ve batılın mücadelesinde batılın izharı, galip gelmesi değil; geçici süreliğine imtihandır. Bu imtihanın farkında olarak hakkın galebesi için çalışmak ise her Mümin’e farzdır. Hayatın her alanında Müslümanlığın ne olduğunu yansıtacak ferdlerin neşv-ü nema bulmasında cehd etmek duasıyla ve merhum Mimarımız Turgut Cansever’e rahmetle…
FATİH TEKİN
[1] Beşir Ayvazoğlu, Dünyayı Güzelleştirmek: Turgut Cansever’le Konuşmalar, Kapı Yayınları, İstanbul, s121
[2] a.g.e. s118