Bulunduğu yerin izahını yapmak niyetinde olan her kafa “neredeyim” “nereden” buraya geldim, buradan “nereye” gideceğim sorularının peşine düşmekle mükelleftir. Bu soruların peşinde bir seyir ise ferdin kuşandığı, meselelere sarktığı bir merkezî fikir etrafında anlamını bulacaktır. Sözgelimi “neredeyim” sorusunu Hobbes sorunca mekanik materyalizm anlayışı mucibince madde, beden ve vatandaşları meydana getiren politik gövde cevabını vermekten gayrı bir yola sapmamıştır. Çünkü Hobbes modernlik ruhunun temsilcilerinden olarak Bacon ve Descartes gibi bilimsel bilgiyi her şeyin merkezine almıştır. Bilimsel bilgiden murat da onun için matematiksel yahut geometrik bilgiden başka bir şey değildir. İnsan için esas olanın duyulardan ibaret olduğunu, görünenin esas olduğunu, görünenin arkasındaki görünmeyene ulaşma cehdinin vakit kaybı olduğunu ikrar eden bu kafa için insan aklı iştihanın muhtemel sonuçlarını hesaplamakla mücehhezdir. Bu izahın modernliğin içine sinmiş eşyayı görünene hapsetme anlayışından doğduğunu ıskalamadan kendi mevzumuza geçelim.
“Nerede”yim sorusunun peşinde olan bir anlayış öyle ya da böyle şahit olduklarını işin içine katmak mecburiyetindedir. Zira içinde bulunulan mekan evvel emirde gözüyle gördüğü, kulağıyla işittikleri yoluyla anlamlanacak bir mekandır. Şahit olmak sathî anlamıyla görmek manasında olsa da esas itibariyle bütün olarak içinde bulunulan hale vukufiyet manasındadır. Vukufiyetin külliliği nispetince mekan yerine oturur, bulanıklık ortadan kalkar, berraklığın getirdiği sükünet insana hakim olur. Şehadetin kendi içinde derinleşilmesiyle varılacak menzil Allah’ı görürcesine bir anlayışa, bu anlayışın doğurduğu amele vasıl olmaktır. Bu hususu bize meşhur Cibril hadisinde geçtiği haliyle Allah Rasulü aleyhisselam bildirmiş ve buna “ihsan” adının verildiğini beyan etmiştir. Bu anlayışta da derinleşme hususunda bizim edeceğimiz pek bir kelam yoktur. Bunun hakkında Allah dostlarının telifatından okumalar yapılabilir. En doğrusu ise bu halle hallenen insanların yakınlarında bulunularak onlara “şahit” olmaktır.
Biz bu yazıda “nerede”yim sorusunu sormakla içinde yaşanılan dünyayı sosyal, siyasi, iktisadi vesair veçheleriyle anlamlandırmayı, bu soruyu sorarak hâlimizin izahını yapmayı ve şehadetimizi anlamlı kılmayı kastediyoruz. Yukarıda şahit olduklarımızı işin içine katmak mecburiyetinde olduğumuzu dile getirmiştik. Bugün için şahit olduklarımızı selim bir akılla dile getirmek borcu hepimizin üzerindedir. Bunun teşrihini yapmak bizden sonraki nesillere düşen pay olsa da, zinciri koparmamak adına geçmişin şehadetinin teşrihini yapmak da bizim boynumuzun borcudur. Dünya tarihini Hegel’le beraber inkişaf olduğu haliyle eski- orta – yeniçağ tekerlemesiyle okumak, toplumu Comte üzerinden teolojik, metafizik, pozitif haller (üç hal yasası) vasıtasıyla anlamlandırmak şehadetin gereğini yerine getirmek değildir. Tam aksine, şahit oluşun merkezine Allah’ı koymak yerine mâsiva yâni Allah’tan gayrısını koyarak körleşmeye düçar olmaktır. Dünya felsefe tarihi mâsiva ile şehadetin üstünü örtmenin tarihidir. Doğrunun kıyısından doğruyu söylemekle doğrunun kendisine isabet etmek aynı şey değildir. Presokratik dönemden post modern döneme değin (bu tasnifleri de aynı göz yapmış vaziyettedir) söylenen sözlerin meydana getirdiği şey berraklık değil bulanıklıktır.
Mâsivanın merkeze alındığı ne varsa burada meydana gelecek şey hangi entelektüel faaliyetle uğraşılırsa uğraşılsın sükünet değil kargaşa, anarşi olacaktır. Şehadeti kuşanmanın gerektirdiği faaliyet; bugünden başlayarak dünü geriye doğru berrak bir şekilde, İslâm’a muhatap anlayış mucibince anlamak ve peşi sıra anlamlandırmaktır. Bu bir davettir. Bu davete icabet etmekle mükellefizdir. Hem Allah’ın nurunu tamamlayacağına inanmak, hem de ne içinde bulunulan halin izahıyla ilgilenmemek, dünü şehadetin gerektirdiği şekilde okumaktan kaçınmak, yarını bu minvalde tesise uğraşmayı boş iş görmek bir tenakuzdur. Modern dünya tenakuzların tolere edildiği bir dünyadır. İslâm ise her adımda hakkın ihkakını, doğrunun tam olarak vücuda gelmesinin gerekliliğini, doğrunun yarısının da yanlış olduğunu idrak ettirir. İman etmek kalbin tasdik ettiği şeyi ikrar etmektir. Bu husustaki en ufak bir bulanıklık kişiyi münafıklığa evirir.
Şapkayı önümüze koymak şehadetin aslına muhatap olmaktır. Şapkayı önümüze koyar koymaz uzun yıllardır kafamızda taşıdığımız şeyin imanımızla bağdaşmadığını idrak edecek, peşi sıra şapkanın yerinin başımızın üstü değil çöp olduğunu ikrara varacağızdır. Şapkayı önümüze koymak “nerede” olduğumuza dair bir tasavvuru belki bize hemen ilk elden vermeyecektir. En azından geçmişimize bakarak bugüne değin bu anlayıştan yoksun olduğumuza dair bizde bulunacak nedamet hissi bizi onu arayışa sevkettirecektir. Şehadet o zaman anlamını bulmaya başlayacaktır. Bu şehadetin bir ucu dış dünyayı mahrem çizgileriyle hecelemeğe çıkıyorsa diğer ucu da kendi içimizde derinleşme yolunu bize açacaktır. Mümin daima yolculuktadır. İçe doğru derinleştikçe derinleşen, içteki derinliğini dışarıya aksettikçe dışarıyı derinden kavrayan ve şehadetini anlamlandıran bir ahlakla mücehhezdir. Esasen şapkayı önümüze koymak ve şehadeti kuşanmaya dair kitap çapında bir çalışma yapmak işten bile değildir. Bunun eksikliğini hissetmenin bizde doğuracağı faaliyete muhtaç olduğumuzu dile getirerek yazımızı hitama erdirelim. Söz surettir, mananın kendisi değildir. Er kişidir ki sözünü manasıyla bir kıla. Allah’tan dileğimiz ümmet-i Muhammed’in kalbine şehadeti kuşanma arzusunu sağlayacak bir nur atmasıdır. O zaman Hobbes’tan da Comte’dan da bahsetmenin neden zaruri olduğunu idrak ederek dünyayı yeniden kuracağızdır.
Ve minel’lahi et tevfîk.
FATİH TEKİN