210 views 12 mins 0 yorum

Palyatif Önergelerin Zıt İstikametine Şiir Yazmak

In Deneme
Eylül 14, 2022

Sözde darb’ül mesel iradına söz yok amma
Söz odur âleme senden kala bir darb-ı mesel

-Nâbî

Fasih bir Türkçe konuşmak lazım gelir ki fasih türkçenin bir kavram lehçesi olduğunu bilme yükümlülüğünü yerine getirmiş olalım. Irmakların denize akışı gibi sözlerin de kalbe akması beklenir. Denize hem ırmak hem lağım akar. Yine de denize tahsis edilen bir hikmet vardır ki işte o hikmet, kiri arıtır. Kalp böyle değil. Kalbe akan söz, kalbin haline tesir eder. Nitekim o daima müteessirdir. Bundandır ki güzel konuşmak, güzeli konuşmak ve kelimeleri güzele boyamaktır evla olan. Fasih bir türkçe ile konuşalım. Ta ki sözümüz hem akılda hem yürekte bulsun hitabını.

Mademki çağı konuşacağız, o halde sağrımıza kavram bilincinin pars işlemeli kalkanını koyacak, idrak mahalline kavram çadırları kuracak ve bu kışlaktan gönlü tok, gözü pek bir bahadır olarak çıkmaya niyet kuşanacağız. Nitekim kavram kaygısına muttali olmadan, çağın etken dayatımına edilgen bir çehre ile bakmaktan öteye gidilemeyecek. Çağ, düşünce planındaki ürkütmeye matuf gölgesini üzerimize serdi bir kere. Her fikir ve gönül adamının müşterek kabulü o ki; “Hücum çağında yaşıyoruz.” Yalnız İslamiyet’in değil tüm semavi dinlerin “ahir zaman” anlayışı da yaşadığımız çağa işmar ediyor. Bunca kasvet yüküyle umut katarı dehlenmez elbette. Lakin üzerimize düşen gölge, nurun muhteşem tamamlanışı ile bertaraf olmaya mecbur. Hiçbir tenakuza mahal bırakmaksızın diyoruz ki; bir yanımız dehşetle titrerken diğer yanımız bir muştu telaşıyla lerze lerze gönenmekte.

İnsana ne olmuşsa, vehmin gayyasına düşmekten olmuş. Ve insan neyden korkmuşsa, bilinmezlik burgacına düşmekten korkmuş. İnsan bilmediği şeyin düşmanı yahut korkağıdır. O halde çağı yorumlamak lazım gelir ki mağaramız meşalesini yitirmesin. “Haz ve hız çağı” diyoruz. Kavramlarla örülmüş bir başlık oluşundan mıdır bilinmez, bütün bir retorik ve fonetik gücü sırtlayıp çıkıyor karşımıza. Ne var ki bu iki kavrama dair en büyük yanılgımız burada tahakkuk ediyor. Haz ve hız. Bu iki illetin çağımıza mahsus olmayışını unutarak, çağın üst başlığına hazzı ve hızı iliştiriyoruz. Halbuki haz dediğimiz hedonist eylem, insanlığın en kadim imtihanıdır. Yine de bu durum, hazzın en ihtişamlı sultasının bu çağda yaşanıyor olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İrvan D. Yalom, Spinoza Problemi isimli eserinde şöyle bir iktibasa yer veriyor; “Duygusal hazlar karşısında zihin sanki yüce iyiye hakikaten ulaşılmış gibi büyülenip uyuşur. Öyle ki başka bir şey düşünemez hale gelir. Böyle bir hazla karşılaşıldığında, bunu aşırı bir melankoli izler ve zihin büyülenmek yerine alt üst olup körleşir.” Söz konusu iktibasın özünü ise Alaus Huxley veriyor bizlere; “Sık sık yinelenen bir haz, insanı uyuşturur.”
Hazla bütün meselemiz hazzın uyuşturma tedavülüyle ilintili. Nitekim uyuşma hissi evvela zihinde buluyor karşılığını ve “efkar” dediğimiz o mümtaz düşünüm faaliyeti, insanların idrakinde bir türlü maya tutmuyor.
Hız kavramına gelince… Onun devasa cüssesi 21. yy’da semirdi, çağladı ve çağı kapladı. Bir tarafta kütüphanelere varmak için 26 yıl boyunca diyar diyar gezen Hüccet’ül İslam İmam Gazali Hazret, öte yanda 26 saniyede her istediği metne ve bilgiye ulaşabilen modern insan. Günün sonunda, hızın verdiği hazla arayan ve fakat ararken hiçbir çileye itibar etmeksizin, hiçbir müşküle tevafuk etmeksizin bulan ve erişen insanla karşı karşıya kalıyoruz. Çilesini çekmediğimiz hiçbir şey bizim değildir kaidesi mucibince, en müstesna malumatları en ucuz şekilde temin ederken hiçbir çileye maruz kalmayışımız, öğrendiğimiz şeylerin bizde yer etmesine mani oluyor. Oysa, “Erişir menzil-i maksuduna aheste giden/Tiz-reftar olanın payine damen dolaşır” (Hatemî)
Bunca şeye rağmen, çağın illeti olarak hazzı ve hızı deklare etmek, çözüm arayıcıları dar dehlizlerde ışıksız bırakacaktır. Ne yavaşlamak ne de hazza sırt çevirmek, çağa çağdaş olan insan tekini çağın gölgesinden esirgemeyecek. Nitekim adına “Bilgi Çağı” denmiş bir çağı, “Haz ve Hız Çağı” olarak çağırmak, çağa karşı teslim olmaktır. Çağ açıp çağ kapama gibi dehşetli bir yükümlük, genç dimağların idrakine yüklenemez. Ve adına “Bilgi Çağı” denmiş bir çağı “Haz ve Hız Çağı” olarak çağırmak, çağı ıslah etmeye uygun zemini sunamaz. Lügatte” Gevşemiş, verimsiz duruma gelmiş, düzeni bozulmuş” manasına gelen laçka kavramını ödünç alarak, “Laçkalıklar Çağı” kavramını üretebilir, hazzı ve hızı ve dahi tüm tanıları içine alan bir başlık atmayı deneyebiliriz. Nitekim hazzın meşru sahası vardır. Onu laçkalaştırmak, meşru olanı başkalaştırmak olacaktır. Hazzı büsbütün imhaya layık bir şey bulmak, yapılan nice makbul faaliyetteki samimiyeti ıskartaya çıkarmak olacaktır.

Çağımız tüm laçkalığından ardındıktan sonra zuhur edecek olan şey “Bilgi Çağı” değil “Sezgi Çağı”dır. Zemini İlahi müdahalenin kader planıyla atılmış olan Sezgi Çağı, fark edebilen gözlerin cevher işlemeli nazarıyla keşfe medardır. Mekanik insan paslandı. Haz, o ikrah getiren doyumuna varmakta. Beyhude koşan kısraklar çatlamanın eşiğine koşuyor. İnsanoğlunun istikbalinde durgunlaşmak var. Durup, muhasebeye tutuşmak var. Bilenlerin değil sezenlerin çağıdır bu. Genç münevverler bu kutlu vakte kurmalı saatlerini. Konuşlanmalı ve mevzi almalı.

*

“Nasıl” kertesine varanlar, “niçin” merhalesini aşanlardır. “Niçin bunu yapmalıyız” diyenler inancını tahkik eşiğinden aşıramayanlardır. “Bunu nasıl yapacağız” diyenler, talip olanlardır ve onlar, bir asır önce girilen kozadan kanatlarını okşayarak çıkanlardır.

Mademki laçkalaşmak gevşemektir, o halde en lüzumlu kavram “teyakkuz”dur. Histe ve ameliyede teyakkuz.
Fethi Gemuhluoğlu, bir konferansında şu cümleleri zikrediyor; “Akıldan geçin diyoruz. İnsanlar bunu aklı terk etmek olarak algılıyor. Oysa bizler aklın üzerine çıkmayı kast ediyoruz. Aşka varanlar, aklın üzerine çıkanlardır.”
Aşk, mücerret ıstırabın en büyük alametidir ve insan mücerret olanı aşk ile kavramaya mütemayildir. İnsanoğlundaki bu meyil, kişinin kendi iradesiyle değil aşkın dehşetli itkisi ile gerçekleşir. Aşktan muradımız bir hisse, bir duyuşa sahip ve talip olma halidir. İnsan hisli yanını teyakkuzda tutmadıkça, “sezme” erdemine haiz olamaz. Hisli yanı teyakkuzda tutmak… Estetik, etken yetkinliği ile sanatın sinesine boşanandır. Estetiği derinlere mıhlamak… Sanat, muhteşem dürtüsü ile insanın hisli yanını mütemadiyen ayakta tutandır. Nitekim sanat büsbütün bir duyuştan ibaret. Sanatın sultanı olan şiir ise duyuşların en latif, en zengin ve en kuşatıcı olanı. Duyuşun ehemmiyetini izah etmek lazım gelirse; duyuları (görme, tatma, koklama, dokunma ve duyma) bile “duyuş” üzerinden isimlendirişimizi anmakla iktifa eder, sekerat anındaki insanın en son kaybettiği duyunun da “duyma” olduğunu kaydederiz. Bu cihetle duyuş, kulağın ötesinde bir hassadır. Sezmek ise alameti mücessem olarak tahakkuk etmemiş olanı duyumsamaktır.

Laçkalıklar çağının laçkalaştırdığı en hazin şeylerden biri olan şiir, kuşatıcı irfan yitiminden payına düşeni alıyor. Oysa şiirin duyuşu, kültür aktarımındaki gize hâmil. “Asur şiirsizlikten yıkıldı” cümlesi şöyle dursun, Mevlana Hazret’e “Şiir yazmanızdaki sebeb-i hikmet ne ola?” diye sorulduğunda, hazretin verdiği cevap, şiirin bizim kültürümüzdeki yerini aşikar etmeye yeterli oluyor; “Anadolu’ya geldiğim vakit Türkleri şiir söyler buldum.”

Oğuzhan Âsım Güneş

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.