Münafığın birisi bir gün memleketinin şeriatla yönetileceğini duyar. Avamı arkasına toplayıp hemen padişahın huzuruna varır, itiraz eder. Durumun sarpa saracağını anlayan padişah kararından caydığını bildirir. Günlerden bir gün bu münafık arazisini sürerken bir küpe rastlar. Küpü alıp hemen eve götürür. O eve gidene kadar küp bulduğu padişahın kulağına gitmiştir bile. Askerler yaka paça münafığı meydana getirir. Elinden küpünü alırlar. Münafık bağırmaya başlayar:
-Bu meşru değil! Bu meşru değil!
Hikayeyi burada bitiriyoruz. Allah diyen aslan, anne diyen horozdan daha ilginçtir; şeriata karşıyım deyip meşruluk arayan bir insan. İlginç bir şey söylediğimi düşünüyorum çünkü bunun arayışa değer olduğuna inanıyorum. Bir şeyin ilginç olması için ilgi uyandırması gerekir. İlgi ise merak, sevgi, öğrenme, sorumluluk hatta endişe gibi duyguların tezahürüdür. İlginin neticesiyse arayış ve giderek ilimdir. Dolayısıyla insanların ilginç buldukları şeyler bir bakıma sahip oldukları ilmi seviye ve ilimden alınanlardır. İnsanlar arayış zahmetinden ne kadar kaçarsa ilginç buldukları şeylerin arayışa meyilli şeyler oluşu da o kadar azalır.
‘İslâm’ın dışında hiçbir güzellik yoktur.’ Bir iş meşru ise güzel buluruz çünkü o iş İslâma uygundur. Meşru müdafaa demek; en doğru, en ölçülü savunma, eylem, harekettir. Meşru müdafaa demek İslâma uygun müdafaa demektir. Müdafaanız meşru ise hak sizden yana olur. Şeriata karşıyız ama bir hakimin karşısında ya da bir topluluk karşısında hesap verirken ya da kendimizi temize çıkarırken şeriata sığınıyoruz “meşru müdafaa” diyerek. Gayrı meşru demek; İslâm’a uymayan, İslâm’ın dışında kalan demektir. Şeriattan korkuyor isek yapılan her işte meşruluk arayışımız neden? Şeriata karşı isek “gayrı meşru” şeylere itiraz edişimiz niye? Şeriat yasaksa gayri meşruluk neden suç? Şeriat kötüyse gayrı meşru iş neden iyi değil? Şeriat huzurunu kaçırıyorsa meşru olmayan işler niçin huzurunu bozuyor?
Şimdi zurnanın zırt dediği yere gelelim. Biz meşruluktan bahsederken şeriatı kast etmiyoruz, aklımıza şeriat gelmiyor diyebilirsiniz. İşte o zaman siz Allah diyen aslandan daha ilginç haldesiniz. Şeriata karşı ama şeriat diyen insan! İlginç olmanız sizi araştırmaya değer hale getirdi. Türkiye’deki en prestijli mesleklerden bir tanesi de toplum mühendisliği oldu. Sonrası Allahu Âlem.
Şeriata itiraz edip meşruluk aramanın mazereti bilmemek, fark etmemiş olmak olabilir. Fakat burada özrün kabahatten büyük olduğu aşikardır. Çünkü bir şeye karşı olmak ya da bir şeyden taraf olmak bilmenin sonucudur. Niçin? Bilgi, insanın düşünsel tercihlerinde temel dayanaklarından olduğu için. Zaten herkes bildiğini iddia etmiyor mu? İnsalar bildiği için karşı çıktığını ya da desteklediğini söylemiyor mu?
Şeriat aleyhine bir çok propaganda yapıldığı halde, şeriat bir çok yerde politikaya kurban edilmesine rağmen meşruluk en büyük dayanak ve sığınaktır hakkını ararken ve hakkını korurken. Bu noktadan şu sorunun cevabı da çok kolay bulunabilir: Bizde felsefe niçin yok ya da çok aşağıda? Bu soruya cevaben çoğumuz içimizden bir Kant, Hegel, Soren Kierkegaard… çıkmayışını sebep gösterir. Ve özgür düşünce ortamı yok diyerek ekler. Oysa yüce fikirler özgürlük bulduğunda değil tutsaklığı tattığında filizlenir. Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre’nin vücut bulduğu zaman dilimi; Batı’dan Haçlı seferleri, Doğu’dan Moğol istilâlarının bizi kuşattığı zaman dilimidir. İstiklâl Marşı’nın yazıldığı zaman dilimi , Kütahya-Eskişehir mağlubiyeti sonrası, dibi gördüğümüz zaman dilimidir.
Bizde felsefe olmayışının bir damarı yukarıdaki kıssada yatıyor: Türkçe’den İslâmı sökmeye çalışırken Türkçe’yi delik deşik etmek! Aynı pınardan doldurulmuş iki testiden birini bal eylerken diğerini zehir bellemek! Türkçe’ye verilen tahribatın bir vesikasıdır: Şeriatı kötü meşruluğu güzel görmek, göstermek. Meşruluk, şeriat ağacının meyvesidir. Meyveyi seviyorsun, istiyorsun ama ağaca düşmanlık edip taşlıyorsun! Kocaman bir tutarsızlık!
Burada bahsolunan tutarsızlık basit bir çelişki değil aynı zamanda politikacıların tükenmeyen çarpıklığıdır. Şeriat gelirse İran, Suudi Arabistan gibi olacağımızı söyleyenler, yapılan işler meşru olursa mükemmel olacağımızı söyleyenlerle aynı kişiler. Siyasi duruştaki bozukluk, çarpıklık Türkçe’nin tahribatıyla da ilişkilidir. Şeriat tehlikesiyle insanları korkutup, iktidar olunca meşru işler yapacağını, gayrı meşru işlere son vereceğini söyleyerek güven veren politikacılar bunun örneğidir.
Dilime pelesenk oldu, her kelimenin bir hikayesi oluşu. Şeriat kavramı bir çok menfi muameleye maruz kalıp korkutucu algılanmasına rağmen meşruluğun insana güven ve huzur vermesi bir hayli ilginç hikaye. Sıra dayağı çekilirken unutulan bir çocuktan tutun, firavunun hışmından kurtulup onun sarayında büyütülen Musa peygamber gibi meşruluk. Evet şeriat zindanlarda kırbaçlanırken onun öz kardeşi meşruluk saraylarda büyütüldü. Türkçe öyle bir şeye dönüştürüldü ki şariat ve meşruluk öz kardeş iken, Harun ve Musa gibiyken ,Habil ve Kabil’e dönüştürüldü.
Ağızdan çıkanı kulak duysa da akıl idrak etmeyince sonuç böyle oluyor. Niçin ağızdan çıkanı akıl idrak edemiyor? Çünkü Türkçe’yi olduğu gibi değil istediği gibi görmek isteyenler, muktedir(m-iktidar) olduklarında Türkçe’deki kopuşların, parçalanmışlıkların aktörü oldular. -Aktör(fr.) diyerek doğru mu dedim? Mimar diyecektim ama mimar imar eden, tamir eden, onarandır. Buradaysa yapıcılık değil yıkıcılık var.- Türkçe’deki parçalanmışlık diğer parçalanmışlıkları getirdi; milli bütünlükten, toprak bütünlüğüne… Toprak bütünlüğü mü?.. diye düşünenlerin önüne bir Misak-ı Millî haritası koyun.
Olgun VERİM