215 views 10 mins 0 yorum

Istırapta Derinleşmek

In Düşünce
Aralık 27, 2022

İnsanın hayatı boyunca duyduğu ıstıraplar, onu bu ıstırabın “neye yönelik” olduğu keyfiyetince terbiye eder. Sathî olandan kaçışın başladığı an ıstıraba adım atıldığı andır. Bu andan itibaren zamanın geçiştirilmesinden çok yaşanması ile ilgilenilir. Zaman artık öldürülecek bir şey değil, kendisine ruh üflenecek bir imkana dönüşür. Bu imkan zamanın üstüne bir davetin de habercisidir. Zamanı anlamak, zaman-üstüne çıkmak için yola çıkmanın mukaddimesidir. “Yaşanmaya değer hayat” şüphesiz bir ızdırap yolculuğu peşi sıra bulunan bir hayattır. Yahut insanoğlunun geriye dönüp baktığında yaşanmaya değer bir hayat bıraktığına dair bir kanaatle mücehhez olması, ancak bu hayatta çeşitli ıstıraplardan geçtiği takdirde mümkün görünmektedir. Görünen her daim görenin gördüğü yer ile açığa çıkar. Görenin baktığı yer hayatın anlam bütünlüğüne eşlik ediyor, anlam zinciri kopmadan hayat devam ettiriliyorsa “bulunulan zaman” geçmiş zamana dahil olarak insanı itminana eriştirebilir.

Bugün hepimiz ıstıraplarımızda derinleşmekten alıkonduğumuz bir rejim içerisinde hayatımızı sürdürmekteyiz. Her şey neo-liberal dünyanın sunduğu çerçeve içerisinden anlamını bulmakta ve sahip olmanın asıl anlamı tağyire uğratılarak sahip olduklarımızı zannettiğimiz şeyler bize sahip olmaktadır. İslâm düşüncesinde eşyayla irtibatta insanoğlunun faydasına verilmiş şeyler “teshir” kavramı üzerinden kendilerini fâş ederler. Allah eşyayı insana müsahhar kılmıştır. Teshir kelimesinin anlamı, kişiye o şeyden faydalanmak hakkının verilmesinden ibarettir. Bir şeye tamamen sahip olmak ile ondan faydalanma hakkına sahip olmak ise aynı şey değildir. Üstelik Kur’an’ı Kerim’de teshir kelimesinin kökü olan سخر (sehhâre) kelimesi ve türevlerinin geçtiği her ayette fail olarak Allah Teala işaret edilmiştir. İslam tefekküründe eşya, kendisiyle tahakküm kurulacak bir meta değil, asıl olana giden yolda bir vasıta olarak tebarüz eder. Bunun yanında Kur’an-ı Kerim baştan sona metaların oyundan ve eğlenceden ibaret oldukları, bir imtihan vesilesi olarak insanın hayatında bulunduğu uyarısıyla doludur. Kapitalizmin temel mottosu ise insanın sınırsız ihtiyaçları olduğu yalanı üzerinden sınırsız üretimde bulunmaktır. Hayatı meta üzerinden kurmak sonunda insanı da meta haline getirmeye çıkacaktır. Böyle bir hayat ise ıstırabın değil derinleşmeye müsait hale gelmesi, sathî olanın merkezileşmesi yoluyla hayattan kovulmasına çıkacaktır.

İnsan için bir ıstırap bahis konusu olacaksa bu şüphesiz acı fikrinin olduğu yerde mümkün olacaktır. Acının ya anlamının tahrife uğradığı yahut yokluğa mahkum edildiği bir vasattan ıstıraba çıkan yol açık olmayacaktır. Bugün içinde yaşadığımız dünya ise acıların üzerinin örtüldüğü, acı verici olan şeylerin bir metamorfoza uğratılarak alay konusu, en iyi haliyle veri aktarımına dönüştürülerek yaşanmışlıktan soyutlandığı bir dünyadır. “Acının anlamsızlığı daha ziyade biyolojik bir sürece indirgenmiş olan hayatımızın bizzat anlamdan arınmış olduğuna işaret eder”[1] der Byung Chul Han. Batı düşüncesinin halka halka genişleyerek ve insanı özünden kopararak kurduğu tarih anlatısı Darwin’in vurduğu mühürle kendi rengini dünyaya iyiden iyiye kabul ettirmiş, insandan bahsedilen her yerde artık mukaddem olan insanın biyolojik tarafı haline gelmiştir. Biyoloji üzerinden dünyanın anlamlandırılması demek acının sınırlarının bedene raptedilmesi manasına gelmektedir. Üstelik karşı karşıya olduğumuz dünya, son birkaç yüzyıldır da şahit olduğumuz haliyle sömürgenin normal ve hatta “hak” olarak telakki edildiği bir dünyadır. Estetik cerrahi sektörünün bu denli yaygınlaştığı bir vasatta güzellik de güç de bahsi geçen dünya anlayışının filtrelerinden geçerek kendini tahkim etmektedir. Sosyolojinin kurucusu A. Comte da biyolojiyi sosyal bilimlerin temel taşı haline getirerek Darwin’in tasavvurunu iyiden iyiye beslemiş, umumi bir şekle büründürmüştür. Tüm düşünce dünyasını sınıflar arası çatışmalar ve eşitsizliklerden doğan zıtlıklar üzerine kuran Marx’ın dahî Darwinizm’i kendi düşüncesine katık olarak kullanması bu meselenin boyutlarını ve tesirlerini göstermesi bakımından hayli dikkate değerdir.

Foucault’un anlamlandırdığı şekliyle “biyo-politika” kavramı gündelik yaşamda beden ve davranışların (dışarıya aksedenler) hâkim sistemce tahkimini içermekte idi. Bu zahire yönelik tanzim fikrinin bugün geldiği nokta ise dış ve iç zıtlaşmasının tamamen sona ermesi, dışarıya yönelik yapılan değişikliklerin içeriye süratle tesir ederek insanı dönüştürmesinden ibarettir. İslâm tefekkürünün tarihi süreçlerden adilane bir okumayla da görüleceği üzere harika temsilleriyle insanlığa sunduğu “cemiyet nizamı” insanı baskıladığı gerekçesiyle reddedilmekte, buna mukabil teslim olunan, her ânı ve adımı gözetleyen bir sisteme insanlar itaat etmektedirler. Kendini-sömürüden çıkış yolu ne Foucault’da , ne Baudrillard ne de Heidegger’in ayak izlerini süren Byung Chul Han’da bulunabilir. Zira bu düşünürlerin merkez istinatgâhları muhkem değildir. Antik Yunan’dan da, Budizm’den ve Hristiyan ortaçağından da devşirilecek kıstaslar çoktan tüketilmiş vaziyettedir. İnsanı “ne yaptığının tefrikinde olan” menziline ulaştırmanın yolu kendinden aşkın bir varlığa “bağ”lamak ve bu “bağ” üzerinden hayatın anlamını “bağlamasını” sağlamaktan ibarettir.

Hazreti Peygamber’in meşhur (Cibril) hadis-i şerifi, izlenecek yolu fazlasıyla kristalize etmekte, katedilecek katmanların “islam-iman-ihsan” olduğunu insanlığa haber vermektedir. İslâm teslim olunacak yegâne varlığın Allah olduğunu, iman insanın ontolojik güvenliğe (ontological security) erişmesinin yalnız Allah’a güvenmekle mümküniyetini, ihsan ise atılan her adımın, solunan her havanın Allah’ın gözetiminde olduğunun ikrarıyla hayata aksettirilmesi demektir. İnsan her ân Allah’ın gözetiminde olduğunun idrakine erdiği takdirde evvela kendi hayatını var kılacak (salâh), peşi sıra ise halka halka etrafa yayılacak şekilde var olmanın hakikatini dışarıya aksettirecektir (ıslah). Eşyanın hakikatini görmeye giden yolda sathî olan şeyler de, derinleşmenin önüne geçecek tüm engeller de Mümine fâş olacaktır. Kainatın Efendisinin (aleyhisselam) haber verdiği “Allah’ın nuruyla bakmak” müjdesi kişi için bu menzille beraber tahakkuk etmiş olacaktır.

Müslümanların muhatap oldukları hitap sâfiyâne ve kolay idrak edilebilir vaziyettedir. Ne var ki mesele bu kadar gürültü ve bulanıklığın olduğu bir zaman diliminde bu çemberin dışına çıkarak hakikate kulak vermektir. Bu husus bugün için hayli zordur. Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Bu sarp yokuş aşılınca diğer fer’i meseleler kendiliğinden çözülecek / bizi o mevziye yolun kendisi (sırât-ı müstakim) götürecektir.

FATİH TEKİN

[1] Byung Chul Han, Palyatif Toplum Günümüzde Acı, Çevirmen: Haluk Barışcan, Metis Yayınları, 2022, İstanbul, s.33

/ Published posts: 64

Nedamet'te yazar. Son Kıvılcım dergisinde editör. İlk kitabı "Modern ve Postmodern Kıskacında" 2023 yılında yayımlandı. Erzurum'la İstanbul arasında.

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.