336 views 18 mins 0 yorum

Muharririn Sonsuz Yolculuğu, 16. Bab: İlk Önce Kaos Vardı Söylencesi

In Düşünce
Mart 03, 2023

“İlk önce Khaos (kaos) vardı. Bu bir boşluk değildi, içinde bütün eşyaların, tanrı ve insanların kaynağını bulundururdu.” Her şey kaostan doğuyor ve ondan bir iz taşıyor. Yalnızca kaos vardı. Tanrı, kozmos, insan ve eşyanın kaynağı onda saklıydı. Evrenin kaostan sonra geliyor oluşu, evrenin varoluş serüvenini izah etmek için ikna edici bir sebebe dayanak oluyordu. İlk önce kaos vardı. Yunan Miti, bu kaostan doğan bir evrendir.

Salt bir kaostan bahsedemeyiz. Çünkü kaos, söz konusu evrende postulat olarak vardır. Akıl perspektifinde bakıldığı zaman; bir postulat olarak kaos, tüm yaratılışın en tutarlı bahanesidir. Nitekim problemleri kesirlerinden arındırıp, tek bir probleme indirgeme ve yegane problemi “gerçek” (real) ad sözcüğü ile ekliktize etme geleneği vardır batının. Böylece “real problem” çözüldüğü zaman bütün problem çözülmüş olur.

Yunan Miti’ndeki birçok açmaz ve aymaz nokta, kaos postulatı ile izahı mümkün hale gelmiştir. Zira batının ilk postulatı akıldır. Kaos ise aklın var olduğuna, dinamik ve her an işleyiş halinde olduğuna pozitif bir delil getirmektedir sürekli. Bir nevi denebilir ki; Akıl, kaosun içindedir ve her an kaos halindedir. Bütün enerjisiyle sükuneti yakalamış bir aklın ancak mezarlarda aranabileceği gerçeği şöyle dursun, bütünüyle kaosa teslim olmuş aklın da aynı mezrada yani mezarda bulunabileceği hakikati vardır.

Akıl her an kaos halinde ve her an kaosu yenme halindedir. Batıda irdelenmeye müsait olmayan yani postulat formunda olan kaos ise “yaratılış”tır. Fakat yaratış, koas postulatına dahil edilmemiştir. Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesi, akıl postulatını aşamadığı için onlar Hz. İsa’ya baba tayin etmiştir. Bu talihsiz tayin ediş, bir nevi tanrıyı koruma altına almaktır. Zira akıl, Hz. İsa’nın doğumu noktasında tatmin edilememiş olsaydı, kaos postulatı, akıl postulatı ile çakışacak ve yaratılış sorguya açık hale gelmiş olup, akıl kaosa galebe çalacaktı. Çünkü her inanış biçiminde mukayyet olan “gayb” esası, batıda kaos postulatı ile güvence altına alınmıştır.

Kiliselerin kapısında görünmez kalemle yazılı olan; “Kaos, postulat olmaktan çıkarsa, Hristiyanlar zıvanadan çıkar” levhası, ilk önce kaosun olduğuna değil, ilk önce kaosun gerekli olduğuna ikna ediyor onları. Çünkü doğuda mukaddes halde mevcut olan “azâmet” kavramı, batı için ihlal edilebilir bir kavramdır. Sözgelimi, onlarda azîm olan insandır, insan kavramıdır. İnsan tanrıyı kabul ettiği için de tanrı azîm olan değil aziz olandır. Yani bu bir tenezzüldür. Çünkü onlar için yaratma dediğimiz şey, tanrıya mahsus olan bir şey değildir ve mucizevi bir şey de değildir. Tanrının yaratmasında kaos vardır. Eksikleri tamamlayacak olan da insandır. Gerisini insan yaratacaktır. Bu ebleh düşünce Yunan Miti’ne dayanır. Oradaki hiçbir tanrı mutlak azâmete medar değildir ve her an kaos hakimdir.

Tevhid ve Vahdet kavramlarını, dolayısıyla “tek” kavramını akıl postulatından kotaramayan batı, dogmatik “tek” yerine gözlemlenebilir “en”i tercih etmiştir. En büyük tanrı Zeus, en güzel tanrı Afrodit gibi tanımlamalarla, azâmet kavramının yontulup, talaşlardan tanrıların yapıldığı Yunan Miti, Grek Felsefesindeki düalizmi; düalizm ise Hristiyan inanç sistemindeki teslisi doğurmuştur. Onlar için ilk önce kaos vardır ve kaos her şeyde var olagelmiştir.

Bir tanrı bir adaya tapınak yaptırır ve o ada sakinlerinin kendisine tapmasını emreder. Bir müddet sonra başka bir tanrı aynı adadaki tapınağı yıkıp kendi tapınağını yaptırır ve ada insanlarına kendisine tapmalarını emreder. Bunu reddeden insanlar, sonradan gelen tanrı tarafından cezalandırılır, kabul eden insanlar ise; bu olaylardan haberdar olup adaya geri gelen ilk tanrı tarafından cezalandırılır. Dahası birbiriyle savaşır tanrılar. Mazlum olan, günahsız olan ve sürekli ezilen ise insandır. Tanrıların gücü, insanlar arasında en çok secde edeni olmasıyla ölçülür.

Yunan Miti’nde ve batının bilinçötesi düşünüm faaliyetinde ilk önce kaos vardı. “Ordo Ab Chao” yaşanabilir bir dünya için gerekli olandı. Yaşanabilir ve insanlar tarafından idare edilebilir bir dünyanın parolasıydı bu.

“Yaratış kusursuz olmalıdır.” Bu cümle, sanatçıya “yaratıcı” unvanı veren batının, taltif edilmiş sanatçılarına ait bir cümledir. Doğu, vücuda gelmiş şiir için “yazmak” fiilini kullanmak yerine “söylemek” fiilini kullanır. Şair, şiir söyler. Yazar ise yazmıştır. Fakat batı için her ikisi de “yaratmak”tır. Kaostan tecrit edilmiş bir yaratıştır bu. Kim bilir belki de bu –sözde- “kurtarma hevesi”dir İncil’i temize çekme, yani tahrif etme operasyonunun çıkış noktası. Lakin öyle olmasa bile; herhangi bir aydına İncil’in orijinal hali sunulsa idi ve “buna bir insan eli değmeli” fikri fısıldansa idi, şüphesiz bu fikir gerekli görülürdü. Nitekim batı için tüm yaratış, kaos sonrasıdır ve tüm mahluku (yaratılmış olanı) ıslah edecek olan da insan yaratışıdır. Bu yüzden sanatında titizdir batı. Tanrının yaratmasına bu kanaldan meydan okur. Portrelerin bu kadar canlı, heykellerin bu denli detaylı ve kusursuz olması da bundandır. Çünkü -sözde- evren plansız yaratılmıştır. Yaratmadaki kusur, bu plansızlığın neticesidir. Öyleyse batı sanatçısı daima planlı olacak ve plansız hiçbir yaratışa tevessül etmeyecek. İşte batının kurucu fikri bu.

Doğuda ise tersine bir işleyiş vardır. Doğu’nun sanatçısı kusursuz olanı aramaz. Nitekim insan kusurlarıyla vardır ve mutlak kusursuz Allah Teala’dır, kusursuzluk O’na mahsustur. O’nun yaratmasında kaotik hiçbir şey yoktur. Her mahlukta bitimsiz hikmet vardır. Azâmet kavramı, insanın doğumuyla beraber insanın kulağına okunmuş ve gerçek azâmet sahibi îlan edilmiştir. Bölünmez bir bütünlüktür azâmet. Her şey O’na dairdir ve O’ndan gelmiştir. Doğu sanatçısı ilhama teslimdir bu yüzden. Bilinçli bir tercih değildir bu. Bütünüyle geleneğin tevarüs etmesidir.

Sanatçı, ilk önce neyin var olduğuna ikna olmuşsa, ondan sonra var edilen her şeyde ondan bir paye alacak yahut ona karşı bir tavır takınacak. Çünkü ilk önce neyin var olduğunu saptamış olmak, yerinden oynatılmaz bir sabiteye vakıf olmak demektir. Her nihayet, bidayetten alamet taşır. Bundandır ki fikir ve inşa süreci, mütemadiyen söz konusu sabite etrafında helezonlar çizmeye müncerdir. Sanatçı, ilk önce kaosun var olduğu düşüncesine itibar etmez, etmemeli. Lakin güne hakim kavramın da kaos olduğunu inkara yeltenmemeli.

Kaotik yaratışın değil kusursuz bir nizam ile halk edişin farkında olanlar, dahası yaratılmış her şeyin birer ibret vesikası olduğuna, hikmete, selamete, tekliğe ve mucizeye iman edenler; söylerken ve yazarken ilhamı gözetmekle mükellef. Nitekim bizim sanatçılarımız, Mutlak Sanatçı’nın yaratışını seyrederek tazeler imanını. İlhamını bu kusursuz yaratıştan alır ve kusurlu şeyler koyar ortaya. Çünkü sanata kusur yaraşır. Bir azâmete şahit olmuşsa bir insan, gayriihtiyari bükülür beli. Boynu düşer, bağ çözer. Duramaz dimdik. Bizim sanatımız kusurların sanatıdır. Sanatçının secde edişidir bu.

Devlet eliyle batıya gönderilen ilim yolcuları, anayurda batının iki temel postulatıyla döndü. Akıl ve kaosla döndü. Yani bir sabite devşirmesi yaşandı Tanzimat sürecinde. Sonrası o sürecin bir süreğidir. Cumhuriyet sonrasında ise Grek Felsefesi’nin Mısır Felsefesi’nden alarak kendi özüne kattıkları gibi; biz de tercüme faaliyetleri ile beraber “ağyar”ın değerleri üzerine yazdık. Eski Ahit’i Türkçesinden okuyan şair ve ediplerimiz, epigrafik* zaviye ile değil mutantan benimseyiş ile şiir ve metinler koydu ortaya. İhsan Oktay Anar’ın “Amat”ı, “Kendine gofer ağacından bir gemi yap; gemide odalar yapacaksın ve onu içeriden ve dışarıdan ziftle ziftleyeceksin.*” iktibası ile başlar. Yani İncil’den bir alıntı ile başlar. Siyah bir gemiyi batırmak üzere İstanbul’dan 148 gemiciyle çıkılan bir yolcuğu işler Oktay Anar. 1+4+8’i topladığımızda ise Hristiyanlıkta uğursuz olduğuna inanılan 13 sayısına bir telmih olduğunu görürüz.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Sodom ve Gomore” romanı, bu alandaki ilk örneklerden biri olarak çıkıyor karşımıza: “Ve Lût’un zevcesi anın arkasında olarak geriye bakmakla bir tuz amudu oldu.*”

Bu akım, şiir cephesinde de aynı yankıyı uyandırdı. Attila İlhan’ın “Jezebel kan içinde yatardı*” mısraı, Ahd-i Atik’de hayatı anlatılan Jezebel’e telmihtir. Nitekim anlatı, Jezebel’in köpekler tarafından parçalanmasıyla ve ölü bedeninin kanlar içinde yerde yatmasıyla son bulur.*

Bugüne değin sarkan bir gelenektir bu. Ahmet Ümit’in 2019’da yayınlanan “Kavim” romanında sıkça görürüz aynı hevesi. Öyle ki Ahd-i Atik’ten bir alıntıyla başlar:
Öldürmeyeceksin. (Eski Ahit, Çıkış, 20:13)

İlk önce kaos yoktu ama bugün bir krizi yaşıyoruz. Sabitelerin şaşması krizidir bu. Cemil Meriç yıllarca gezdi Ganj Nehri kıyısında. “Bir Dünyanın Eşiğinde” kitabını ortaya koyabilmek için bir keşiş olup Himalaya’nın doruklarına çıktı. Bunu yaparken de; “Bu Ülke” kitabının kalbine Tevrat’tan, “Ve Yehova ‘Bunların hepsi tek kavim’ dedi. ‘Konuştukları dil aynı, giriştikleri işi yarıda bırakacağa benzemiyorlar. Gelin de toprağa inelim, dillerini ayıralım şunların: birbirlerini anlayamaz olsun.’ Ve âdemoğulları kentlerini kuramadılar. Oraya Bâbil dendi. Bâbil, yani karışıklık”* iktibasını koyarken de devşirmedi sabiteyi. Nitekim mütecessis ve mütefekkirdi. Mikyası olmaksızın sarkmadı kuyuya. Sair isimler ise yalnızca mütecessis idi. Bir nebze mütecessisti ve bolca mukallit.

Batı için ilk önce kaos vardı. Bilinçötesindeki kabuldü bu. Bilinçli tercih ise “İlk önce söz vardı” söylencesinden yana yapılmıştı. En azından Faust’a kadar. Mit’ten Grek Felsefesi’ne, oradan hristiyanlığa ve oradan da bize tevarüs etmiş olan kesirleme geleneği, edebiyatımızdaki “tek” tasavvurunu ekarte etti. Ahmet Yesevi ile başlayan ve Yunus Emre ile vücut bulan dilin müslümanlaşması geleneği böylece inkıtaa uğradı. Dilin müslümanlaşmasından murad edilen şey, ilahiler söylemek, vaaz etmek, menkıbeler yazmak değil; “tek” tasavvurunu üsluba yedirmektir. Öyle ki övülmüş bir rahibin zünnarına yazılmış bir şiirde bile vahdeti bulabilmeli okuyucu.

İlk önce kaosun var olduğunu kabul etmek, azâmetin kime mahsus olduğunu unutmaya, azîm olanı unutmak ise O’nun “tek” olduğunu inkara çıkar. Batının beslenerek büyüdüğü şey buydu. Ne zamanki tevessül ettik buna, batıyı büyüten şey bir çığ olarak düştü başımıza. Kurtuluşu kilisenin tahakkümünü kaldırmakta bulan batı, bu keşfinde ve kararında haklıydı. Lakin bizim heveskarlarımız ve idrakı yarım aydınlarımız bu yorumlarken; “Batı, dini tedavülden kaldırmakla büyüdü. Bize de lazım olan budur” dedi ve İslamiyet ile Hristiyan skolastiğini bir tuttu. Aynı tarihlerde imamlar minberden cennet anahtarı satsaydı şayet, inkılaplar ve yazılan kitaplar haklı çıkardı. Günün Türkiye’si dört yanı mamur bir Türkiye olurdu. İktidar sahipleri ve aydınlar yanıldı. O çürük maya tutmadı. Fikir deyyusluğundan cereyan etmiş bir kaos hakim şu an. İlk önce neyin var olduğunu bilmek ve dahası “tek”liği bilmek, kurtaracaktır bizi. Günün sanatçısına düşen mesuliyettir bu.

Oğuzhan Âsım Güneş


* Epigrafi; konusu, yazıtları ve tarihi yapıtlardaki yazıları inceleyen bilim dalıdır.
* Tekvin, 6: 14
* Ahdi Atik, Bâb 19, 26
* Attila İlhan, Üçüncü Şahsın Şiiri
* Ahd-i Atik, Krallar 1, 16:31, 18:4-13-19, 19:1-2, 21:5-7-8-11-14-15-23-25, Krallar 2, 9:7-10-22-30-31-33-35-36-37, 10:13, Vahiy 2:20
* Ahd-i Atik, Yaratılış 11:7-9

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.