133 views 11 mins 0 yorum

Kültürün İfşa Ettiği

In Deneme, Düşünce
Mart 18, 2024

Kültür üzerine yazmak, biraz da havanda su döğmeye benziyor. Kavramlar, hele göz önünde olan ve biteviye içi doldur boşalta maruz kalan kavramlar ilk elden kendilerini size açmak zahmetinde bulunmuyorlar. Ama meseleye giriş açısından kültürün şu dört anlamını göz önünde bulundurabiliriz:

  1. Sanata ve düşünceye yönelik eserler toplamı.
  2. Ruhsal ve zihinsel tekamül süreci.
  3. Fertlerin ve bu fertlerden müteşekkil toplumların hayatlarına yön veren değer, gelenek, inanç ve simge olarak beliren pratikler.
  4. Bütün bir yaşam tarzı.[1]

Bu dört farklı anlamı, son anlamlandırma tarzı üzerinden toplayabiliriz. Böylelikle sanat ve düşünce gibi elit tabakaya ait yapıp etmelerini de, avam halkın hayat pratiklerini de aynı çembere dahil etmiş oluruz. Çembere dahil etmek demişken, fikirlerin derli toplu bir şekilde dış dünyada akislerini bulmasının yolu onları muntazam bir şekilde bohçalamaktan, yani bir anlam çemberinin içerisine dahil etmekten geçiyor. Yoksa bütünü kurmadan dile getirilen her şey, zaten parçalanarak hayatiyetini sürdüren fikir dünyamızda, yaptığı tesirler vesilesiyle zihnimizi biraz daha bulanıklaştırmaktan öteye bir fayda sağlamıyor. Fikir dünyası demişken, Batılı düşünürler kurulmasına önayak oldukları bir dünyanın içine girdikten sonra bizim işimiz tamam diyerek kenara çekilmeyi kabul etmiş gözükmüyor.

Sanattan iktisada, teolojiden felsefeye, mimariden arkeolojiye bilginin peşinde bir hayat sürmeye teşvik ediliyorlar. Müesses hale gelmiş ilim hayatlarında, bir yerinden tutup hayatı çözümlemek, geçmişi yeniden ele almak da zor olmuyor haliyle. Bizde ise durum biraz farklı. En baştan hayretlere garkolduğumuz bu manzarada maddenin fatihi olmayı başarmış Batılı hayat tarzına karşı bir şüphe durumuna düştü aydın ve alimlerimiz. Peşi sıra Batılı değerler üzerinden inşa edilmiş bu dünyanın sonuçlarını ele alarak o çemberden İslam aleminin kendine has bir terkiple varolmuş çemberine bazı tercümelerde bulunmaya gayret ettiler.

Bu konuda İsmail Kara’nın “İslamcıların Siyasi Görüşleri” isimli iki ciltlik eserine müracaat edilebilir. Osmanlı tecrübesi üzerinden konuşacak olursak, Meclis-i mebusanın meşrulaştırma ayağında “Onlarla istişare et”[2] ayet-i kerimesinin nasıl bir anahtara dönüştüğünü ve İslam’ın asıllarının muallak bırakılacağı bir sistemde nasıl manivela vazifesini gördüğünü farkederiz. Muhasebe kendi içinde yapılamaz hale gelince, hesaplaşma da çarpık zeminler üzerinden gerçekleşir. Bizim tecrübemiz biraz da muhasebe vetiresinde ne yapacağını bilmez bir hale dönüşerek şuur süzgecinin elden gitme tecrübesidir. Ama bugün için bu husus nispeten aşılmış gözüküyor. Akademi ve fikir alemi Batı düşüncesinin temellerini daha kendinden emin, ayakları yere basar şekilde ele alabiliyorlar. İslam düşüncesine bakışta da oryantalist örtü büyük ölçüde kalkmış gözüküyor.

Ancak yine de bu idrak içinde yaşadığımız kültüre temas ve bu temasla birlikte bir muhasebe, peşi sıra ise hesaplaşmayı beraberinde getirmiyor. Dünya global hale geliyor kabul. Los Angeles’tan piyasaya sürülen ve bir tüketim malzemesine dönüşen film, dizi sektörü gece on ikiyi geçince Türkiye’nin en doğusundaki bir köye de ulaşarak tüketim piyasasına dahil oluyor bu da kabul. Ancak bu kabuller bizde bir mücadele ve çözüm yolları arayışını tetiklemiyor. Yalnızca kabul ediyoruz. Halbuki bazı kabuller sonrasında gelecek adımlar için bir zemin teşkil eder.

Demek ki bizim kabullerimiz gerçekliği farketmek ve bu farkedişle birlikte bu gerçeklikle nasıl yüzleşileceğini masaya yatıran bir şekilde vuku bulmuyor. Tam tersi ataletimizin derinleşmesinde bir adıma dönüşüveriyor kabullerimiz. Geçen hafta “peşin fikir” ve “önyargı” meselesinden bahsetmiştim kısaca. Bu “peşin fikir”lerin peşinliğini kimin doldurduğuna dikkat etmeksizin alınacak bir yol bizi çaresizliğimizle başbaşa bırakacaktır. Nitekim bırakıyor da.

Bedri Gencer’in metinleri üzerinden bir kültür okuması yaptığımızda modern zamanlarla birlikte Müslüman hayatında yer edinmiş ve geleneğe içkin hale gelmiş sünnetin hayattan aşama aşama tecrit edildiğini ve kültürün bu boşalan koltuğa oturduğunu farkediyoruz.[3] Bu, pratik hayatın içinin hayr ve şer tefriki üzerinden kurulmasının bittiğinin ilanı. Kültürün icadı hemen her şey gibi kamusal hayatın da içinin müphem oluşlara bırakılışının yolunu açtı. Zira kültür sabiteleri mâlum olmayan bir kaptı. Terry Eaglaton, kültürün zamanla uygarlıktan nasıl ayrıştığını ve birbirlerine zıt kutuplara oturduklarından bahseder “Culture” isimli eserinde.

Uygarlık “olan”ın genelgeçer hale geldiği bir yeri işaret ederken kültür daha eleştirel ve yüksek değerlerin müdafa edildiği bir pozisyonu savunuyor bu anlamlandırmada. Halbuki bizim “olan”lar karşısında bir pozisyon alma uğraşında böyle bir yola sapmamıza gerek yok. İmam Ebu Hanife hazretlerinin anlamlandırdığı şekliyle fıkha dönmek bize bu kritiği temin edebilir. Üstelik bu kritik iki ayaklıdır. Ameli fıkıh yönüyle hemen her Müslümanın hayatında etkili bir yeri işgal ederken nazari fıkhın genişletilmiş haliyle ise entelektüel ve münevver sınıfına bir teşrih aleti sağlayabilir. Fıkıh bilgisi bu anlamıyla “kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir”.

Bu basit gözüken ama bir yanıyla takip edildiği takdirde müesses dünya nizamının baltalanacağı yol Batı düşüncesinde bir krize dönüşen pratik hayatın hangi değerler etrafında inşa edileceği meselesine de çözüm sunar. Çoktan çöp olmuş evrensel insan hakları beyannamesi gibi metinlere, iki yüzlü tavırlara mahkum olmayız böylelikle. Ancak elan, toplumun her kesimi içinde yaşadığı kültür ve bu kültürün mesnedi olan değerlerle pek de kavgalı gözükmüyor. Yeni anayasa tartışmaları, mahalli seçimler gibi güya Türk milletinin kaderiyle doğrudan alakalı olan mesailin neşet ettiği hayat tasavvuru, ipliğini kendisinin pazara çıkardığı bir hengamede bile sorgulanmıyor.

Adorno’nun dile getirdiği üzere kültür çoktan endüstriyel hale getirilmiştir. Bu endüstri biteviye üretilmekte ve hayatın antidepresanların hizmetine sunulmasına katkı yapmaktadır. Bu topraklarda ise soldan sağa, sağdan sola doğru hizalanmış kamplaşma ortamına göz attığımızda bu türlü mesailin mesele olarak dahi kabul edilmediğini farkederiz. Zira sol sağın sağ da solun içindedir. Bunun başka türlü ifadesi solun da sağın da ortadan kalktığı gerçeğidir. Sonuç: Yurtsuzluğumuz her geçen gün şiddetini artırarak bizi sonsuz bir azaba düçar kılmaktadır. Ne diyelim, Allah kimseyi vatansız bırakmasın…

Fatih TEKİN


[1] Terry Eaglaton, Kültür, çev: Berrak Göçer , Can Yayınları, İstanbul, 2019, 2.Basım,  s.15

[2] Ayetin tamamının meali şu şekildedir: “Sen onlara sırf Allah’ın lütfettiği merhamet sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, onlarla iş hakkında istişare et, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.” Rivayetlere göre ayet Uhud savaşında hata yapan müminlerle alakalı olarak inmiştir.

[3] Bedri Gencer, Sünnet Cemaatinden Kültür Cemiyetine, Mukaddime Dergisi, 2016, 7(1), 73-113

/ Published posts: 60

Nedamet'te yazar. Son Kıvılcım dergisinde editör. İlk kitabı "Modern ve Postmodern Kıskacında" 2023 yılında yayımlandı. Erzurum'la İstanbul arasında.