232 views 21 mins 0 yorum

Kavgada Olmak Üzerine Bağlam Çeşitleri

In Şiir
Temmuz 21, 2023

“Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!

Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin.”

 Bağlamlar ile ilerlemeyi düşündüğümüz yazımızda, merhum Üstâd Necip Fazıl Kısakürek’in Zindandan Mehmed’e Mektuplar şiirindeki bu mısrası ile bidayet ediyoruz. Mısralar mısra olunca uzun anlatı ve mânâların özünü hülâsâ edebilen veciz ifadelere dönüşebiliyor zira.

 Hepimiz şimdilik buradayız. Burada bulunmanın boşlukta yer kaplamaktan ibaret olmayışı ortada anlaşılacak bir şeyler olduğunu bize ihtar ediyor olmalı. Bulunma eylemi bir dahil olma sayıldığından, bizim bir sayı olarak dahi sayılışımız hangi topluluğun karalığını artırıyor oluşumuzla birlikte bu bulunmayı, dahil oluşu matah yahut mahsur yapar. Sıradan olmak ifadesi de bu vesileyle yeniden düşünülebilir; sıradan olan biri öyleyse hangi sıradan, zira sıradan biri olmak bile hangi sıradan olduğumuza göre matah yahut bir mahsur hâlini alır. Öyleyse bulunmak, nerede ve n’için? İnsan oluşun en doğal, en gerekli sorularından birini çağırıyoruz böylece, her zaman ve her şeyde “Ne uğruna?”. Burada bir Hadîs-i Şerîf sağlam bir kılavuzluk ediyor bize, “Ameller niyetlere göredir”. Evet bir bulunma hâlindeyiz ve sık sık niyetimizi tazeleyip, ne uğruna bulunduğumuzun bilincini muhafaza etmemiz gerek.

 Zaman ayrı  bir kavram ve kıymetli bir nimet. Zaman adeta eylem ve eylemsizliğe karşı mutlak bir tavizsiz kayıtsızlıkla ilerliyor. Zaman bizden değil, biz ondan etkikeniyoruz. İçerisinde bulunduğumuz müddet onu ne kadar iyi harcayabildiğimizle doğrusal olarak iyi zaman ve israf edilen zaman ayrımını yapabiliyoruz. Bir karşılık bulan zaman, sadece geçmeyen, süre yığını olmaktan sıyrılmış ve tercihlerimizle her parçası bir başka anlama gelebimiş bütün. Kokudan ise gerçekteki karşılığıyla birlikte algı, anlamlandırma, karşılık bulma, çağrışım, hatırlatma, farkında olma, tefekkür, rabıta, irtibat yani bağlantı temsilini anlayabiliriz.

 Zamanın Kokusu isimli kitabında Byung-Chul Han “Vita Activa” ve “Vita Contemplativa” ünlemesiyle iki anlayıştan bahsediyor. Vita activa salt aktif yaşamı içerirken vita contemplativa derin düşünce ile yaşamayı kasteder. Adeta bulunma hâlimizin her çeşidine göre farklı şekillerde karşımıza çıkabilecek eylemlerin iki ayrı ve uç noktasını temsil eder bu anlayışlar. Biri salt aktif, bir makine, bir hesap makinası gibi diğeriyse olay ve olgular üzerinde hiçbir iş yapmadan, düşünmekten başka hiçbir iş yapmadan derin düşünme eylemi. Aristoteles’in yaklaşımı da bu ikincisi, yani vita contemplativa ile felsefe yapma işi, theorein. Tüm bu kavram ve anlayışlarda salt içinde bulunma, dahil olma diye bir şey olmadığını bir kez daha hatırlayalım.

 Zaman ve düşünce bulunma hâlimize yansıyan ve bizim de ona yansıdığımız bir mücerret bileşen. Farklı zamanlarda farklı şartlar türeyebilir ve farklı düşünceler çıkabilir yahut farklı düşünceler farklı zaman ve şartlara vesile olabilir. Yine de başta belirttiğimiz gibi insan insan oldukça, insan kaldıkça, insan kalmak için gerekli olanı taşıyabilir, bir ana omurgaya, esasa bağlı kalabilir farklı şartlar içerisinde bile. Her şart ve zaman, her eylem içinde yahut başında sorabilir kendisine ve etrafına: Ne uğruna?

 Vita activa modern çalışma toplumunu temsil eden bir düşünce iken vita contemplativa bu sistemde bir çark olmaya ara verememekten düşünme işlevinin kaybedildiğini hatırlatıyor. Fakat bu sıradan bir düşünme değil. Yahut dediğimiz gibi “hangi sıradan?”. Zamanın Kokusu isimli eserde de bu nokta şu turnusolla ayrıştırılıyor, vita activa’nın ihtiva ettiği düşünme bir derin düşünme eylemi değil, bir hesap makinesi düşünmesidir. Ne kadar hızlı ve verimli olduğuna bakılır, ne kadar derin, özgün yahut bilge olduğuna değil.  Bu düşünme biçimleri bulunma hâlimizle oldukça ilişkili, öyleyse sıradaki bağlamımıza geçelim.

 “Yokum arkadaş düşünmekle varılan tada,

 Hayata yalnızca kafanı banmak,

 Gövdende namusluca görebilmek sevinci,

 Elbet burkulup kalmaktan iyi.”

 İnce Sızı şiirinde İsmet Özel böyle ilan ediyor tercihini. Burada düşünmeliyiz ki, aktivist hamle ile aksiyoner fiil özü itibariyle farklı geliyor. Birisi vita activa ile salt çalışma ve verim çağrışımını taşırken diğeri vita contemplativa ile derin düşünüm, bizdeki özüyle tefekkür, ide(al), maksat ihtiva ediyor. Dolayısıyla ikincisi sadece enerji açığa çıkarmıyor, mücerret olanı müşahhasa daha anlamlı, içinde bir niyet ve erek ile dönüştürüyor. Diğerinde de bir niyet ve erek olabilir aslında fakat aradaki fark bizdeki aslıyla tefekkür üzerinden düşünülerek daha iyi anlaşılabilir. Vita contemplativa bizdeki tefekkürün aynısıdır demiyorum, düz mantık bir benzerlik teşhisiyle yanlış düşünülmemeli. Bilakis tefekkür kavramı, eylem olarak her ne kadar fikr etme olsa da mânâ ve üslubu itibariyle ibret alma, ibretle bakma, kulluğun bilincini idrak etme gibi sebeplerle daha donanımlı ve münhasır bir kavramımızdır. Onu sıradan bir kelime tercümesi olarak vita contemplativaya giydirmek, uydurmak bu sebeple yakışıkalmıyor.

 Şiire tekrar dönelim, şair burada her ne kadar derin düşünceye karşı gözükse de aslında bu söz derinliğin aksi olan modern çalışma düzenine uyum sağlayarak bir çark statüsünü benimsememiz gerektiğini söylediği anlamına yorulabilir mi? Yoksa şair burada harekete geçmeyi başka bir anlamda mı savunuyor? Eylemi savunurken aslında düşünceyi değil, salt düşünceyi ve beraberindeki durağanlığı reddetiği anlamı daha isabetli olsa gerek.

 Nitekim şairin taşıdığı kimlik ve duruşu üzerinden geceye karşı yaklaşımı da bu açıdan düşündürücü. Zira Geceleyin Bir Korku şiirinde şairin “Geceyi hor gör görüyorum, böylece gecenin bütün itliğini…” mısrasındaki geceye atfedilen karakter, Gececil Kuşların Ürkmediği Aydınlık şiirinde “Aptalca beklerim o hiç sönmeyecek şafağı” diyerek bekleyişi, yani geceyi içinde durulmayacak bir mekan gibi zikretmesi de bahsi geçen mekânın gerçekten kötü oluşundan değil, ikamet edildiği taktirde olacaklardan olsa gerek. Zira bir söz der ki “Şeref-ül mekân bil mekîn” yani mekanın şerefi orada ikamet edenle kaimdir. Öyleyse şairin bu bulunma hâline tepkisi Yorgun şiirindeki “Gece ayakları kokan bir adam gibi gelir” sözüyle iyice pekişiyor. Geceye karşı bu isteksizlik gecenin taşıdığı durağanlıktan ileri geliyor olmalı. Böyle söylüyorum çünkü Aynı Adam şiirinde “Ben dünyaya doğru yürümekle meşhurum” diye şair yine aynı eserde “Hayatın bana başat/Bana avrat oluşunu öğrendim/İşçiler bunu kurşunlanarak öğrendi” diyerek hayata karşı etkşn olma arzusunu ve bunun gerekliliğini kendi politik üslubuyla birlikte sunuyor okuyucuya. Nitekim aynı eserin son mısraları şunlar “Gözlerim nemli değil/Gözlerim namlu.” Yani başta da dediği gibi onun bulunması bir durağanlık içermemeli, yine de onun aktifliği vita activa değil, bir mücadele anlamını taşıyor, ki bu da efkara tekâbul eder. Yine “Evet, İsyan” şiirinde şairin “Çünkü kavganın göbeğidir benim yerim” ifadesiyle onun bulunma hâli ve tavrını, kendimize de hangimiz değiliz diye sorarak, görmüş oluruz. Yahut şunları soralım, biz neredeyiz ve n’için? Adeta, sen neden burada değilsin, der gibi.

 Mücerret olanı müşahhasa dönüştürme yalnızca bir enerji atımı olmamalı, anlamlı bir verim, bir kazanım, bir çilenin meyvesi gibi olmalı. Buna dînimizin hizmet anlayışından örnek vermek mümkün. Bizdeki hizmet anlayışının halka hizmet Hakk’a hizmettir şeklinde olduğu mâlum. Yani, hizmet nimettir, derinliğindeki bu anlayışımız başta belirttiğimiz niyet şartı ile bizi içimizdeki mücerret mevcudiyetin anlamlı ve faydalı bir verimine iletir, mevcut mücerreti sağlıklı biçimde ve Allah rızası için, kendimizden başkasının faydasını güderek şahıslaştırmış, müşahhas hâle getirmiş oluruz. Bu teşekkül bazen bir şey yazmak, bazen beden gücüyle yardım etmek ama her hâlükarda yapılan işi, yani zaman sermayemiz ve bulunma hâlimizi sağlıklı bir düşünme biçimiyle tesirli bir bileşen gibi yoğurur. Bu niyet para kazanmak üzre gidilen işlerde de korunabileceği kadar kişinin seyr-i sülûkunu sürdüğü mesleğinde de hakim olabilir. Niyet bir çeşit temel olmuş olur böylece, temelin sağlamlığı ise binayı da sağlam tutar.

 Buraya kadar dizilen anlatıdan bir sentez devrişecek olursak deriz ki ne vita activa kendi başına verimlidir, ne de vita contemplativa bir başına bilge. Bunlar kendi başlarına eksik aşırı uçlar olarak sade ve doğal bir şekilde fıtrata uygun biçimde işleyebilecek olan düşünme ve çalışma eylemlerini gereksiz bir gerilimle birbirinden ayırırlar sadece. Neden böyle olduğu günümüz şartları, modern hayatın getiri ve götürüsü düşünülünce maruz görülebilir ancak bu hâlde bırakmak yalnız bu fikri ilgilendiren birey ve toplumlara değil felsefe câmiasına bile yazık edebilir. Öyleyse biraz zihinleri açalım; vita activa aktif çalışmayı benimser demiştik, vita contemplativa ise derin düşünmeyi. Bizde çalışma ve dinlenmenin de her şeyde olduğu gibi esasları açıkça belirtilmiş, kılavuzların en güzeliyle örneklendirilmiştir. Emre kulak verelim “O halde mühim bir işi bitirdiğinde hemen başka bir mühim işe sarıl.” (İnşirah Sûresi, 7. Âyet meali). Meal Kurân-ı Kerîm’i anlatmakta elbette yetersiz kalacağından bu Sûrenin tefsirine bakılmasının ehemmiyetini de hassasiyetle ihtar ederim. Bir işi bitirdiğinde hemen başka bir mühim işe başlamak bize emredildiğinde dünya hayatımızın ve zaman sermayemizin aslında ne için olduğunu hatırlamalıyız. Baştaki soru, ne uğruna… Öyleyse aktif bir çalışma hayatı bizim için salt bir makine olma anlamından sıyrılıp zamanın kıymetini bilmek, tasarruf etmek anlamına gelir ki bu da temelinde buna vesile olan bir fikir barındırır. Böylece hem aktif olmamız basit bir aktivizm sayılmaz hem de aksiyona geçecek her fiilin temelinde olması gereken fikir ve niyet de yine bizim anlayışımızda dâhildir. Fikir dedimse herhangi bir fikir değil, derin bir düşünüm. Öyle ki yalnızca aklın verimlerinden değil, kalbin mücerredinden de bağını koparmayarak ne yaptığını, ne için yaptığını ve neden yapılması gerektiği bileşenini ruhunda duyarak, yeri gelince bir adanmışlık, yeri gelince bir sabır -katlanmak değil, sabır diyorum- kuşanarak ibret bakışı ile vita contemplativayı da aşar. Biri salt çalışma, biri salt düşünce olan iki aşırı gerilimin neden bir mutedil sentezi olmasın? Çalışma aralarını yalnız daha sonraki çalışmasına toparlanma olarak görmek onu bir düşünme arası olmaktan alıkoyuyorsa, bunun sebebi düşünceyi kaybetmemiz mi olur yoksa düşünme eğilimimizi mi? Düşünen kişi, çalıştığı sırada bile bunu taşırmaz mı hâl ve tavrından? Elbette işin güçlüğü ve şartlar değişip zorlaştıkça düşünme eylemine olan eğilim ve imkan daralabiliyor bunun farkındayız. Fakat biz düşünme ve çalışma ayrımının vita activa ve vita contemplativa şeklinde olmak zorunda olmadığını da bilmiyor muyuz?

 Tefekkür eğilimimiz bizde kalıplaşan düşünce biçimiyle teşekkül ediyor belki de. Düşünebilme yetisi bir başına kayda değer bir düşünme eylemi için yeterli değil belki de. Zira bu hepimizde var fakat düşünce yalnızca verimli verimsiz olarak değil, doğru ve yanlış olarak da ayrılıyor. Öyleyse düşünebilme yetimizi nasıl kullanmamız gerektiğini de iyi öğrenmek gerekiyor. Yani düşünmeyi, yani doğru düşünmeyi öğrenmek. Merak etmeyin kişisel gelişim uzmanı değilim ve kastettiğim şey akl-ı selîm, feraset, dahî basiret… İşte dünya üzerinde topyekûn bulunma hâlimizin bize getirdiği imkan ve sorumluluk denkleminde iki ayrı ve aşırı ucun eksik kalan yanları ve buna karşın adeta bir sentez, bir îtidal teşkil eden çift kanat anlayışı. Bir kanat ahirete, bir kanat dünyaya. Bir kanat mücerrete, bir kanat müşahhasa. Bir kanat geçimini sağlamak için çalışmaya, diğer kanatsa asıl hayatın tohumlarını ekmek için çalışmak ve bu terazinin hassasiyeti üstünde kişiyi aslolan ölüm ve sonrası hazırlığına iten düşünce. Adeta bir ölümsüz ölüm, adeta bir gerçek dirilik, canlı bir nefes.

 Bulunmaya güzel bir örneğe de Oğuzhan Âsım Güneş’in kaleme aldığı Henâ isimli mektup türü eserde rastlarız. 25. Mektup’ta der ki yazar;

 “Saatlerimi alıyor bu yürüyüş. Ayaklarım ayakkabılarımı yırtıyor.

 Nihayet varıyorum menzile. Saat 06.30’u gösteriyor. Akrep ve yelkovan üst üste. Sanki bana bir yönü işaret ediyor. Bakıyorum işaret edilen yere…

 Kulenin ayakları dibinde koca bir mezarlık duruyor!

 Korkuyorum bu mezarlığa bakmaktan fakat o gözlerini ayırmadan beni izliyor.

 Sevgili Henâ,

 Galiba sermayem eriyor.”

 Görüldüğü gibi yazar sermayeden bahseder burada. Sermaye ve zaman ilintisi düşündürücü olur zira ikisi birbirinin aynıdır. Öncesinde anlattığı bir kıssadan böyle bir hisseye kendisi üzerinden yer verir. Saat kulesi metaforu da ilginçtir zira akrep ve yelkovanın üst üse durarak işaret ettiği istikamet kulenin kendi ayaklarının dibi olur. Ayaklarının dibinde de yazar kendisini görmektedir. Adeta zaman bir kule biçimini alıp yazarı işaret etmektedir, aşağıyı, yazarın üstünden tam da yazarın kendisini.

 Bu bulunma idraki saat kulesi metaforuyla birlikte sadece yazarı değil, bütün insanlığı işaret eder aslında. Kulenin altında duran yazar değil, bütün insanlık olmuş olur. Gerçi O buna mezarlık der ama bu tabloda bizi işaret eden zamanı görmek zor değil. Öyleyse bulunma hâlindeyiz, zaman şimdilik bizi işaret ediyor, tâ ki ölüm eşiğine varana dek.

“Dursun zaman dursun diyorsun da,

Oyun değil ki yaşamak,

Sen inanmasan da,

Son var anla,

Herkese inat.”

-Dursun Zaman, Manga

 Saat kulesinin kendimizi gösterdiği her ân, İsmet Özel’in de ifadesiyle “Sana bir karşılık vereceğim” tavrını da düşünce ve aksiyon şuuruyla varlığımıza zaten içkin görmeliyiz.

 Yoksa saat kulesi neden bizi göstersin ki? Selam ve dua ile…

Dedektifh

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.