Unutmamak için çırpınıyordum, aklıma gelmeyeceğini adım gibi bildiğim halde. Çekmeceleri bir hışımla açıp, birbirine girmiş sayfalar arasında, üzerine leke düşmemiş bir beyazlık arıyordum. Düşüncelerim kaleme aksederken, kurşun, o beyazlığı kirletmek için tir tir titriyor, belki de siyahlıktan kurtulurum diye düşünüp bir çakal edasıyla sürünüyordu sayfanın tenine. Aklıma gelmeyeceğini bildiğim şey ise beynime tokmak vurmaya devam ediyor, kalbimi hızlandırıyordu. Salondan gelen ve bir canlıya benzemek için çok tiz, bir ölüye ait olmak için çok yoğun olan bir ses başımın ağırlığını masadan çekmeme sebep oldu. Biraz önce çekmecelerin birinde bulduğum o kalemse işini halletmiş bir katil gibi kitapların yanında keyifle uzanıyordu. Neden sonra üzerinde tere benzer ıslaklıklar gözüme çarptı. Elimi alnıma götürmek için fazlasıyla yorgun olan ben, onun ölü oluşunu unutup beyazlığı delen cüretinin neme yapıştığını düşünmeyi yeğledim. O anda kapı açıldı sanki ve içeriye, salondaki o acayip sesin yanı sıra, sokaktaki köpek havlamaları, her dem sevdiğini düşünen bir adamın dalgınlığı ve çok geçmeden ayaklarımı üşütecek bir aydınlık sirayet etti. Dikkatimi kalemin bodurluğundan koparmadan, gözlerimi açılan kapıya doğru diktim. Koridorun uzunluğuna eşlik eden bakır grisi halıyı takip ettim ve daire kapısının deliğinden bir ahtapot inceliğiyle sıyrılıp üst kattaki verandaya kondum. Öğleden açık bıraktığım pencereden içeriye zıpladım. Ayaklarımı yere basmadan yürüyor, arkamdan beni itekleyen rüzgâra dayanıyordum. Başımı çekmece sesinin geldiği yere doğru çevirdim ve merdivenlere gelmeden önce tuvalet aynasında onu gördüğümü sandım. Saliselik bir lahza dilimine eşdeğer olan bu hal ürpermeme sebebiyet verdi ama soğukkanlılığımdan ödün vermeden beni ötelere götürecek olan o adımı attım. Merdivenler bittiğinde koridorun sonundaki eşiğin sarılığı hızlı olmam gerektiğini haykırıyordu.
Aklımda aynadaki siluet… hırçın adımlarla ilerliyordum. Belki orada olmayan beni kovalıyordum. Eşiğin sıcaklığını ayaklarımda hissedince nefesimi tuttum ve kapıyı açtım. Siyah saçları sanki maden altında kalmış gibi kara ve cansızdı. Gözleriyse yeni âşık olmuş bir güvercinin kahveliğini andırıyordu. Önünde siyahı ve beyazıyla uzanan bir kâğıt mahşeri vardı. Onun bu şaşırmış halinin tebessüme dönüşüp yanak altından ellerime bulaştırmasına kayıtsız kalamadım ve o zamana kadar belimi soğuktan yakan silahı çıkardım. Bir anne ağladı, bir baba yıkıldı, bir kadın beşiğe koştu, bir dağ sallandı ve bir çoban kavalına üfledi. Kavalın dinginliği masaya düşen başını hafifletti, aynaları buğulaştırdı. Tüm bunlar yaşanırken veya yaşanacakken başının bir karış ötesinde üzerine kan bulaşmış kalemiyse sanki kâğıtların beyaz kalması için yalvarıyordu.
Erhan BURTUL