
Ele geçmez ve geri gelmez ânın kendisiyim. Hem gün ortasında hem günlük işlerinizin sona ereceği devirdeyim. Gördüğüm hal, rüzgarın bana göstergesidir. Hû sesiyle duyar, gölgelerin değişimiyle görür beni görenler. Yine de siz beni bilmekle yetininiz. Bilmek kavramak, kavramak ise anlamaktır çoğu zaman…
Ben Rabia. “Ân” demektir ismimin bir diğer manası. İsmim kadar bir vakit yaşadım. Ân’dadoğdum. Yani ikindi vaktinin duyuruluşunda… Bir ses işittim o duyuruluşta: dirilişin sesi! İslam ülkelerinden birinde, çoğu kentin aynı isimle anıldığı bir kentte geldim dünyaya. Gözlerimi açar açmaz iki ablamın sesiyle irkildim;
“Bizler vaktin çıkış anında seninle denk geldik güzel kardeşimiz. Bir vazifemiz vardı, o vazifeyi hitama erdirip sana tevdi ettik. Ândır o…
Ağlayışım annemin ve göğün ağlayışına karışmıştı. İnci tanelerinden oyulmuş gözyaşları selamette olmamı sağlamıştı. Sakin ve selamet içerisinde anılan bir Rabia idim.
Kundakta beni sardıkları kumaşın rengi griymiş. Yüzüm ise kara… Yüzümün en hassas yerinde, gözümün altında küçük bir su damlası ve o su damlasını içmeye çalışan bir kuş lekesi varmış: öyle anlatırlardı ablamlar doğum lekemi bana. Sonraları büyüdükçe ben, yüzümün rengi açılmış ve o su damlası daha bir parlamış. Lakin onu içmeye çalışan kuş lekesi kaybolmuştu yüzümden. Ablamlar der ki:
“Güzel kızımız, kardeşimiz; yüzünün ay gibi vaktin en derin ve son anında parladığı, gözlerinin elası bal rengi kadar zahir olan küçük yavrumuz; biz ablalarının fıtratında saklı annemizde olan şefkat ve merhamet duygusu: canın yandığı o ân bizlerin de canı yanar -ki bizlerin ânı sona ermiştir- dem sona erer, yanar ona rağmen can. Hatırlarız ki yüzündeki doğum lekelerinin kaybolduğu ânı: ne çok acı çekilmişti, sen değil yüzündeki o kuşun ona ab-ı hayat olduğu su damlası kaybolduğunda o kuş ne çok acı çekmişti! Biz, fıtratımızda olan şefkat ve merhamet duygusuyla biliriz o acıyı sen bilmesen ve hissetmesen de. Âb-ı hayatını kaybeden kuş, gönül inzivasında kaybolmuş yüzünde bir mesken bulamamış, asıl meskenini yüreğin en derininde gönül inzivasında aramaya başlamıştı. Yüreğinde gizli kalan serçe yahut çalıkuşu olmalı…”
Gizlenip saklanmayı seven bir kuş… Tıpkı benim gibi… Bende bir vakit var. Orada kâinat içre her şey hareket halinde. Hareket halindeyken her şey; biçilmiş beden kumaşından elbiselerin yorgun düşüp üzerlerine kendi elleri tarafından kapıların kapanıp yalnız kalacakları bir vakit içerisinde, ben de vakit içerisinde, yorgun olmadan, bitap düşmeden ablalarımın bana bıraktığı vazifeyi kardeşim leyl vaktine bırakmadan şahit olurum olanlara. Yürürüm toz bulutlarıyla yağmur yağdırılırken. Kardeşim leyl vakti gelmeden epey evvel yüzüm kararmıştır ama leylin zuhurunda yüzler nurlanacaktır ki sözüdür kardeşimin:
“Selametin Rabia’sı, geldim! Yorgun düşmüş bedenin yanına geldim, güç ve kuvvet olmak için sana…
Sabahın zuhurunda elinde posta kağıtlarını taşıyan çocuktu apartmana giren. Benim vaktimde, bana ayrılan son anda görmüştüm o çocuğun apartmana girdiğini. Postaları sahiplerine ulaştırma vazifesini bitirmiş, gün içinde vazifeli olarak girdiği apartmana günün yaklaşan son anında arkadaşını ziyaret için tekrar gelmişti.
Sabahın yaklaşan o anında bıraktığı mektupların çoğu arkadaşınaydı ve yazılan mektupların çoğu yine arkadaşının dedesinden idi. Mektup aralarında bir hediye misali konulmuş küçük kitaplar, risaleler vardı. Torununun bu risaleler arasında tefeül yapmasını, yaparken de bir saniye, bir vakit dahi olsa Hâkim-i Zülcelal’i ve Rahim’i Zülcemal’i tefekkür etmesini istemişti. Çocuk bıraktığı mektupları koymak için posta kutusunu açtığında Rabia’nın fotoğrafı kutunun içine sıkıştırılmış ve gizlenmişti. Zamanı ve vakti dar olan insanı temsil eder gibiydi o an Rabia.
[Selamet ve sekinet Rabia’sını gördün mü?]”
Gördüm. Bedeni bitap düşmüş bir insanın son anında kardeşine ve dostuna sığındığını gördüm. Onun arkadaşı söz eder sevgilisine kapıyı açıp dostunu içeriye buyur etmesi arzusundan. Sevgilinin buyruğuyla içeri giren Abdurrahman Efendi’dir.
Abdurrahman Efendi, arkadaşına dedesinden gelen mektupları okuduğunu ve mektuplara cevap yazmak istediğini söyledi, işittim. Cami hoparlöründen gelecek bir ses ile bendeki ânın sona ereceğini biliyordum oysa.
Yaz Kâtibim, yaz dostum Abdurrahman, demişti adam. Abdurrahman ise;
“Dedeniz sizi çok güzel bir şeye davet ediyor ve davet ettiği ne ise içine girmeden bilemezsiniz. Dahil olunuz siz de… Şimdi ruhunuzu hatip yapsak ve benimle kâtipliğe yarıştırsak en güzel kâtip ruhunuz ve kalbiniz olurdu. Ruhun bir bütün olacağı kalple önünüzde, önünüzdeki vakitlerde davetiniz.
Dahil olunuz siz de… Sizi bazı dostlarım ile tanıştırırım. İsimleri Erdem ve Abdülhamid… Onlar bu dahiliyetin, dahil olma ve içe girme şartının ne kadar mühim olduğunu size bahseder. Sonra böylece dedenizin yanına gidersiniz.”
Kabul edilmişti Abdurrahman’ın sözü;
Bedenim bitkin, zihnim yorgun.
Bendeki vakit bitecek biliyorum.
Ben Rabia…
Bir ânım:
Hareket eden bir ikindi vakti.
Selamet Rabia’sı olarak, hareket eden ne varsa bildim. Onların bazısı, aklı açık ve zihni yerinde kalanların bazısı beni bilemedi.
Selamet Rabia’sı yorgun, bitkin ve hasta olarak vakti göç eyledi leylin zuhurunda.
Furkan AYKOL