288 views 18 mins 0 yorum

Sabah Burada Beyaz Bir Masa Vardı

In Öykü
Aralık 30, 2024

TUFANI HATIRLA
Pencereden bakanlar arasında tufan günlerini hatırlayanlar vardı. Gemi hareket ettiğinde geriye kalanların nasıl helak olduklarını anlatırlardı. Çığlıkların gökyüzüne yükselişini, dalgaların ‘’mühürlü kalpleri’’ yutarken hiçbir merhamet izi bırakmayışını anlatırlardı. Pencereden bakanlar sadece gördüklerinin değil duyduklarının da şahidiydiler. Yontulmamış sözlerin, yalansız ittifakların. Kütüphane olarak kullanılan odada, eski kitapların tozlu sayfaları arasında uykusuz geçen geceler kimleri kimlerin, neleri nelerin şahidi kılmadı ki? Kimi zaman, insanların “gıyaben” diye anlattıkları hikâyelerin gölgelerinde, onlar kaç gece çıplak gözle sabahladı. Kalktıklarında, hakikatin yükü bir dağ gibi omuzlarına binerdi. Pencereden bakanlar, zamanı dilimlere bölüp, mekânı dinlenmiş asil atlarının sırtında arşınlarlardı. Atlarının arkalarında bıraktığı izler bile birer efsaneye dönüşürdü. Pencereden bakanlar, zamanın çatlaklarına düşmüş sırları arıyor, insanların hafızasını yeniden inşa ediyorlar. Her vardıkları yerde, geçmişin şahitleriyle konuşuyor, unutulanı yeniden dile getiriyorlardı. Pencereden bakmayanlar dile getirilenleri duymazdan gelirlerse tufanın tekrar geleceği kesindi. Ama bu kez, dalgaların elinde sadece insanlar değil, bir ahla, bin bir telaşla tüm bir geçmiş, bütün bir hafıza boğulacaktı. Pencereden bakanların gözleri, yalnızca geçmişe değil, geleceğe de bakıyordu. Onlar, karanlıkla sıkıntı arasında ince bir sınırda yürüyorlardı. Zamanı dilimlere bölerken, geçene değil, yaklaşana da duyarlıydılar. Bir gün bütün pencereden bakanlar içeriye en içerilere içinde gevşekçe oturan hareket etmeyen nesneleşmiş insanlara, koca loş karanlıklara doğru, yüksek sesle bağırdılar: ‘’Gözlerini kapatanlar ve gözleri kapatılanlar asla göremezler. Hafızanızı koruyun; çünkü her ihtimalde de hatırlamak, kurtuluşun tek anahtarıdır.” İçeride oturan nesneleşmiş insanların temel vasfı makam mansıp sahibi insanların her sözünü hikmet sanmalarıydı. Bu söz gibi riyakârane olmayan her söze kulak tıkadılar. Hem kör hem sağır hem de dilsizdiler. Tufanı hatırlamamak, helak oldukları yutucu tufanın şahidi yaptı onları.

YİNE O SARARDI YARAMI
İki adam kolumdan tutup beni götürüyordu. Daha düne kadar aşağı tabakadan olan ve kendini soylu addeden kim varsa kapıma dizilirlerdi. Kapıma geleni boş çevirmezdim. Hatırlıyorum hayallerimle aramda mesafe yoktu. Ufuktaki renkler kadar cömerttim. Gün batarken güne, gece doğarken geceye mutlaka bir şeyler verirdim. Tuhaf mı? Neresi tuhaf? Aşağı tabakanın, yeryüzü; kendini soylu addedenlerinde aptallar sürüsü olduğunu söylersem hala tuhaf gelir mi?
Renkleri severim; en çok da ufukta belirenleri. Duygularla renkler arasında sürekli birbirlerini etkileyen, dönüştüren bir bağ olduğunu düşünüyorum. Bir zamanlar sınırları aşan kaçak duyguların haberleri dolaşmıştı. Belki de bu yüzden ufuktaki renkler birbirine karışıyor.
Ufka bakarken, kurtizanların tutunduğu nahoş yalanlar da görünür, yıldızların müneccimlere fısıldadığı sırlı yalanlar da. Bakışların kaybolmadığı natamam alem içinde aynı gökyüzünden aynı yıldızlara bakarken ağlamak içimden gelmiyordu uzun zamandır. Oysa hep böyledir; biraz daldığında hüzünlenir insan, biraz hüzünlendiğinde ise biraz daldığı fasit daireye girer.
Bugün farklıydı. Bugün yıldızlara değil, yere bakıyordum. Ayaklarımın altında taşların keskinliğini hissediyordum. Vaktimin yarısını ülkenin içinde bulunduğu trajik durumların mizahı ile geçirirken diğer yarısını sanırım diğer yarısını sağa sola sapan düşüncelerimi hizaya sokmakla geçiriyordum. Bir an durdum. Hayır durduruldum. Koluma girip beni sürükleyen iki adam tarafından. İki adam kollarımı biraz daha sıktı. Ayağı aksayan, hastalığa direnemeyen oğlakların kesildiğini biliyordum. Oğlakların ayaklarından tutularak götürüldüğünü de. Kimin bıçağı açtı bendeki yarayı? Kapıma gelenler mi? Gece mi? Gündüz mü? Kendimi kandırmamalıyım. Üzerinde tutuk, muğlak ve sıkışmış ruhla sürekli yas tutan bu bedeni yaralayan da yaşlandıran da bendim. Yaşlı, aksak ve hastayım. Sokakta milyonlarca insan. Sokaklarda milyonlarca yaşlı, aksak ve hasta. Sokakta milyonlarca yaşlı, aksak ve hastayı kolundan tutup götüren iki adamlar.
Kendi hayatıma militanca meydan okumak isterken aslında onu estetize etmekten başka bir şey yapmıyorum. Kollarımdaki baskı arttığında anladım ki iki adamın parmakları bedenimden çok ruhumu sıkıştırıyor. Yollar daraldı, gökyüzü daha uzak bir hayal oldu. Yine de ufuktaki renkler, aramızdaki bu mesafeyi hiçe sayarak gözlerime çarpmaya devam ediyordu.
Taşların soğukluğu çıplak ayak tabanlarıma işliyor, eski günler önüme seriyordu. Kapıma gelenleri, ellerindeki boş kaplarla dolu dolu dönenleri…
Tam yeniden hareket edeceklerinde “durun!” diye bağırmak istedim. Sesim çıkmayacak. Çıkmadı. Zihnim, dilime hükmetmekten vazgeçmemişti.
Ne tuhaf, insan şu hâlde bile kendine sorular sormaktan vazgeçmiyor. Gözlerimi yere dikmişken zihnim gökyüzünde cevaplar arıyordu. Taşların keskinliği ayaklarımı delmeye devam ederken, hissettiğim acı, zihnimi dağıtmasın diye gözlerimi yakın civarlarda dolaştırdım. Ama nafile ayaklarım kanıyor olmalıydı. Seyircisiz bir yolculuktu bu. Sanki ben ve beni götüren iki adamla dünya arasında görünmez, gerilimli bir perde vardı; tentesol bir cam. Biz, dışarıdaki her şeyi görebiliyorduk, ama onlar bizi göremiyordu. Bir hayalet gibi, sokakların arasından geçip gidiyorduk. İnsanların yüzleri, sesleri, varlıkları; her şey bulanıktı. Sanki dokunsam kırılacak ince bir gerçeklik…
Yol uzadıkça, camın ardında şekillenen dünya daha da uzaklaştı. O sessizliğin içinde, yalnızca ayak seslerimiz yankılanıyordu; taşlara, soğuğa ve zamana meydan okuyan bir ritim. Kollarımı sıkan ellerin baskısı, sanki ruhumu sıkıştıran bir kelepçeydi. Ama yine de zihnim, bu camın ötesine bir yol arıyordu.
“Beni nereye götürüyorsunuz?” diye sormak istedim, fakat sesim içimde yankılanıp boğuldu. Onlar da hiç konuşmadılar. Belki de bilmek istemediğim bir yere doğru ilerliyordum.

Gün doğduğunda, meşhur maceracıların epik destanlarını okumak en sevdiğimiz kaçış yoluydu. Kütüphanemiz kitaplarla dolup taşardı; raflardan hiç toz silmezdik. Bir köşesini çizdiği resimler süslerdi. Çizdiği resimlere bakarken dünya bile muğlaklaşır basit bir eskize dönüşürdü gözümde. Bir gün İrlanda’nın sisli tepelerinde dolaşırdık. Ertesi gün, Balkanlar’ın dağ kasabalarında, eski bir handa oturup sıcak bir şeyler içerken bir sonraki maceramızı planlardık.
Gün solduğunda ona belli etmezdim. İki adam kolumdan tutup götürürdü beni. Yalın ayak çıktığım düşsel yolculuktan ayağım kanayarak dönerdim. Farkında olmadan her fırsatta yine o sarardı yaramı.

SABAH BURADA BEYAZ BİR MASA VARDI
Etrafındaki her şeyin, her nesnenin aniden değiştiğini ya da ortadan kaybolduğunu gören bir adam vardı. Sabah aynı yerde aynı hizada gördüğü şeyleri akşam göremiyordu. Bilim adamları bu olguyu araştırmak için toplandılar. Adamı bir deney kapsülünün içine yüzünde beliren hamakatla yerleştirdiler. Bilim adamları, bu olgunun kökenini öğrenmek için kapsamlı bir plan hazırlamışlardı. Kapsülün içinde, adamın duyusal algılarını ve zihinsel süreçlerini ölçebilecek son teknolojik cihazlar yer alıyordu. İlk deney, insanlarda değişimlere verilen tepkileri izlemekti. Kapsülün içindeki ortam sürekli olarak yeniden tasarlanıyordu; Duvarların rengi, objelerin ise yeri değişiyor, hatta bazen bütün oluşum kayboluyordu. Adam, bu gelişmelere karşı artan bir huzursuzluk sergiliyor, gözleri sürekli bir şeyler arıyordu.
“Sabah burada beyaz bir masa vardı” dedi bir yerde. “Ama şimdi yok. Ya ben delirdim ya da nesneler” ‘’Gözlerimle gördüğüm beyaz masa nerede?’’
Bilim adamları, beyin dalgalarını incelerken garip bir şey fark ettiler. Adam, değişimlere sadece fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da farklı bir şekilde tepki veriyordu. Beynindeki faaliyetler, normal bir insanın stresi ya da şaşkınlık tepkisinden çok daha karmaşık bir yapıdaydı.
Bu sorunun algılama sorunu, zaman ve mekân karmaşası sendromu olduğunu ileri sürenler olduğu gibi olaya daha mistik yaklaşanlar da oldu. Bu mistik yaklaşımda bilimsel ölçütlerden tamamen kopuk değildi. Kapsülün içine bir tür zaman izleme cihazı yerleştirdi. Sonuçlar şaşırtıcıydı: Adamın özü, onun algısından bağımsız olarak gerçekten kayboluyor ve tekrar ortaya çıkıyordu. Ancak bu kayıplar, kaotik bir şekilde değil, belirli bir düzen içerisindeydi.
Paralel evren etkisi, sıfat kuşanması ve bazı sıfatların ruha ağır basması gibi açıklamalar getirenler oldu. Adeta göz kapakları, bir kapı görevi görüyor, gözünü her kırpışında, başka bir gerçekliğe kayıyor ve formu bozulup geri geliyordu.
Bir gün, kapsülün içinde yapılan bir test sırasında, yoğun enerji dalgasının ardından bir anda her şey kayboldu. Cihazlar, onun varlığına dair hiçbir iz kaydedemiyordu. Kapsülün içi tamamen boştu. Bilim dünyası şaşkınlığını gizleyemedi. Yöneticileri hippi, şovmen ve bitniklerden oluşan şirketlerin bilim adamları dahi pek çok bilimdışı açıklamalar yapmak zorunda kaldı.
Adam, bir daha asla bulunamadı. Bu olay yıllarca gizemini korumakla beraber televizyonlarda paralel evrenler, algının sınırları ve ülkenin gerçeklikle ilişkileri gibi konular, saatlerce süren teorik tartışmalara sahne oldu. Hakikat, bir yığın komplo teorisinin içinde, ortaya çıkarılmayacak şekilde biçimi değişmiş bir vaziyette gömülü kaldı ve o günden itibaren hakikat bir şeyin sabit mahiyetinden çok, sabit olmayan mahiyetini ifade etmeye başladı. O günden bugüne ani siyasi hamleler, beklenmedik gelişmeler karşısında insanların tepkisi hep aynıydı: ‘’Sabah burada beyaz bir masa vardı.’’

ESASSIZ YANSIMALAR
Bir tarafı ayna ile döşenmiş bir oda. Birisi aynanın tam karşı sağına tahta sandalyenin üzerine oturmuş dikkatlice bakıyordu. Aynanın geriye kalan kısmından yansıyan ne varsa net bir şekilde görebiliyordu. Ayna, yansımaları olduğu gibi gösteriyor görünse de yansımaların arkasında bir eksiklik ya da daha fazlalık olduğu hissediliyordu. Gözlerini kırpmadan aynaya bakarken, oturduğu sandalyede bir hareketlenme fark etti. Tahta sandalyenin aynadaki tezahürü, sanki hafifçe titriyor, usulca nefes alıp veriyor gibiydi. Sandalyeye dönüp bakmayı düşündü, ama cesaretlenemedi. Aynanın dışına bakmaya en ufak bir cesareti yoktu. İnce uzun parmaklar, eski kumaşlarla yamalı bir kıyafet ve nihayetinde beliriveren melon şapka. Aynada bir görünen bir kaybolan buğulara bakılırsa melon şapkanın içinden konuşan birisi vardı. Fısıltılar, aynanın uzamına girerek içine doluyor, görüntünün netliğini bozuyordu. Aynanın karşısında ne kadar süre oturduğunu unuttu. Zamanın çizgileri bu odada tamamen silinmişti. Bir yerde, nesneler Salvador Dali’nin resimlerindeki akmaya, bozulmaya başlıyor ve ayna simetrisini kaybetmeye başlıyordu. Yüzü olmayan bu siluet, adım adım aynanın çerçevelerine yaklaştıkça, kalbi taşikardinin son raddesine geldi. Yerinden kalkmak istiyor ama kalkamıyordu. Sonunda siluet, aynaya dokundu. Camın, taş atılmış bir su gibi dalgalanmasının ardından, toz parçacıkları, birbirine çarpan atom parçaları gibi etrafa dağıldı. Gözleri kapandı. Nefes alıp verirken, aynanın karşısındaki sessizliği yeniden hissetti. Gözlerini açtığında oda yine aynıydı. Sandalye hala hafifçe titriyor, usulca nefes alıp veriyor gibiydi. Ama bir şey değişmişti. Artık nesnelerin aynadaki yansımalarına değil kendi yalın gerçekliklerine bakıyordu. Ayna kırılınca tereddüt ve tahayyülü de kırılmış fiziki dünyada yaşadığından emin olmuştu. Odadan çıkmak için kapıya doğru yöneldi. Fakat kapıdan çıkarken, aynanın dağılan parçalarından gelen ışıltılı yansıma gözüne takıldı. Sandalyenin üzerinde, ince uzun parmaklarıyla, eski kumaşlarla yamalı bir kıyafetiyle başka birisi oturuyordu; yüzü net değildi ama oturuşu kendisine tıpatıp benziyordu. Hızla kapıyı çekip koşarak oradan uzaklaştı.

Ömer Talha KAVAS

*Görsel: Vincent van Gogh, Olive Trees (Pinterest, ChatGPT ve Photoroom ile editlenmiştir.)

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.