
Arteblo, yoksulluğun kanıksandığı ve tepkisizliğin gelenek haline geldiği bir çağda yaşıyordu. Arteblo’nun bu hayatta karşı en büyük tepkisi, insanların tepkisizliğine idi. Her okuduğu kitap, dinlediği her müzik attığı her adım bu dünyaya karşı bir tepkiydi. Kedinin kasılmasından çöp konteynırlarının sesine, sert bakışlardan masum gülümsemelere kadar her şey de bu devinimsizliğe, bu boş vermişliğe karşı mücadele eden bir işaret tahayyül ediyordu. Yine Arteblo, bütün hırsları ve nefret ettiği şeylerin dolup taşmışlığıyla evden çıktı. Karanlığın kesafetinin her yeri sardığı bu gecede ayın ziyasını hissederek ağır ve sert adımlarla yürüyordu. Birden ağlamayın yazan bir duvarın önünde yere yamalı çuvallarını sermiş başında beresi, üzerinde eski haki ceketi, geniş ve lekeli kadife pantolonu olan yaşlı bir amca gördü. Biraz yaklaştığında amcadan gelen hırıltılı öksürüşleri, gözünden damla damla düşen gözyaşlarını hissetmişti. Dünyada gördüğü onca şeyin arasında bu yaşlı amca neden vardı? İnsanlık tek bir göbek bağıyla birbirine bağlı değil miydi? Eğer öyle ise acı neden hala gözle görülebilir derecede idi? Amcaya seslendi ama cevap yoktu. Bu hasta ihtiyar dış dünyaya kulaklarını kapamış bir derviş yada kulakları işitmeyen bir tat olabilir mi diye geçirdi içinden. Yaşlı adam ise genç Arteblo’nun yüzüne kaçamak bir bakış atıp bu saf genç ya benim kulağı sağır bir ihtiyar yada dünyaya küsmüş bir mecnun olduğumu düşünüyordur kesin diye geçirdi içinden. Arteblo amcanın gözlerine baktığında anladı. Bu gözler, bütün anlamın yitirildiği, bütün sözlerin tükendiği, ağızdan çıkan titreşimle beraber dalga dalga yayılan frekanslara, sadece susmaktan başka çaresi kalmayan adamın gözleriydi. Ah bu gözler neleri ele vermiyordu ki; içindeki ışıltının azlığı ve çokluğu, içindeki damlacık şeklinde belirginleşen göz yaşının rengi bile neler neler anlatırdı insana.. Mağlup bir hayat, bu hayatın yol açtığı derin çatlaklar ve çatlakların meydana getirdiği bol kaygı… İşte amca her ne kadar konuşmasa da gözlerinden bunları rahatça okuyabiliyordu Arteblo. İhtiyarı bu duruma getiren sebeplerinin neler olabileceğini düşündü. Hayatını inşa ederken bazı taşların yerine tam oturmadığını fark edemeyip en ufak sarsıntıda yıkılmanın acı belirtileri miydi bunlar? Yoksa dünyada her şeye çok fazla anlam yükleyip şeylerin anlamsızlığı karşısında hayal kırıklığına uğrayan adamın muğlak tedirginliği mi? Etrafına baktı, arabalar yoldan vızır vızır geçiyordu. İnsanları durdurup bakın işte insanlar bakın! Ağlamayın yazan bir duvarın önünde dev bir acı oturmuş, bakın insanlar, bu sizin bakmaya çekindiğiniz yönünüz, dönmeye cesaret edemediğiniz gerçekliğiniz, demek istiyordu. Amaçsızlık, heyecansızlık ve devinimsizlik içinde dolaşan insanlarının böyle bir çağrıya kulak vereceğine elbette imkân vermiyordu. O arabalarda insanlardan çok; gucciler, fendiler, pradalar ve valentinolar dolaşıyordu. Eskiden ruh insanları vardı diye düşündü Arteblo. O insanlar her işlerini tefekkürle yaparlardı, alık alık gezmezler, etraflarında olan biten şeylere kayıtsız kalıp bir durup geçmezlerdi, derin düşünürlerdi. Hatta bazen o kadar derin düşünürlerdi ki derinlere düşerlerdi. Bir yerden başka bir yere tayyi mekan ile giderlerdi. Şimdi ise bunun tam aksi bir hal var. Arabalarda sürekli oradan oraya giden, durup düşünmeye fırsat bulamayan, hızlı yaşayan vitrin insanları dolu her yer diye düşündü. Arteblo bir anda içine düştüğü, her şeyi değiştirebilirim yanılsamasından arındırdı zihnini. Daha sağlıklı düşünmesi gerekiyordu. Tefekkürün bir erdem olduğunu kitaplardan okumuştu. Bu insanlar tefekkür etmiyor muydu? Elbette ediyorlardı. Mesela sabah ne giyeceklerini, öğlen ne yiyeceklerini, akşam hangi eğlenceye katılacaklarını gayet güzel tefekkür ediyorlardı. Kendilerini hapsettikleri çılgın özgürlük eşiğini aşındırmak için çılgın tefekkürlere dalıyorlardı. Demek ki sadece tefekkür etmek değil, akl-ı selim ile tefekkür etmek gerekiyor diye düşündü Arteblo. Kulağına hafif tınılı bir ses gelmişti. İhtiyara yaklaştı iyice. Dikkatlice anlamaya çalıştı söylediklerini. Anlaşılan ihtiyar amca tekerleme gibi bir söylüyordu, kulağını tamamen ihtiyar amcadan gelen sese verdi:
‘’koştu aslan tuttu geyik,
kaçtı ceylan düştü delik,
attı avcı vurdu ferik,
öldü tavşan on beş delik.’’
Arteblo, bu tekerlemeye anlam veremedi. Bunlar ihtiyarın şuuraltı sayıklamaları olabileceği gibi içini yalnızca kendi anlamlandıracağı şekilde doldurduğu özel bir dörtlükte olabilirdi. Arteblo, yalnızca tekerlemenin ilk kelimelerine odaklanmıştı: koştu, kaçtı, attı ve öldü… Güzel hedefler peşinde koştu, çirkin okların hedefinden kaçtı, iyi olana adım attı ve sonun da öyle yada böyle öldü. Anlamı bu olabilir miydi, bilmiyordu. Asla ihtiyarın neyi kastettiğini öğrenemese de düşünmeye devam etti. Bütün canlıların ortak gerçekliği, bütün canlıların kaçamadığı mutlak son; Ölüm. Ölümün şiddeti karşısında yaşamın vurdumduymazlığı.. Arteblo’nun zihnini kurcalayan şey tam olarak buydu. Ölümlü insan, ölümü nasıl aklından çıkarıp hayatın hayali sınırları içerisinde yaşayabiliyordu. Uzun bir müddet derin düşüncelere dalan Arteblo bir anda irkildi. Havaya baktığında karanlığın iyice çöktüğünü gördü ve şaşırdı. Saatine baktı neredeyse beş saattir buradaydı. Gözlerine inanamadı. O kadar çok kafa patlatmış, zihnini o kadar çok meşgul etmişti ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştı. Kan ter içinde kalmıştı. Bir an önce eve gidip dinlenmek istiyordu. Kafasının ağırlaşmış, damarları ve sinirleri belirginleşmişti. Cebindeki bütün parasını elinin yüzünün sadakası olarak hiç çekinmeden ihtiyarın önüne bıraktı. Ve koşarak eve geldi. Bir Cuma sabahı evden çıktığında aynı duvarın önünde ihtiyar amcayı görememişti. Çevresindekilere sorduğunda öldüğünü haberini aldı. Gözünden damlayan yaşlara hâkim olamadı. Hemen cenazenin yerini öğrenip kimsesiz ihtiyarın bütün defin işleri ile meşgul oldu. İhtiyarın cenaze namazını hatırı sayılır birkaç hoca ve bir elin parmağı kadar adamla kıldı. Söylentilere göre ihtiyar öldüğünde bir elini sıkıca yumruk yapmış bir haldeymiş. Avucunu çözüp baktıklarında avucunda alamadığı ilaçların yazılı olduğu bir reçete bulmuşlar. Arteblo, bu söylentiyi duyduğunda kendinden geçmişti. Bu olayı etkisini uzun bir müddet atlatamayan Arteblo, bir sabah ihtiyarın dibine kıvrıldığı duvarın, yanından geçerken Ağlamayın yazısının silindiğini fark etti. O yazının yerine, duvarın hemen üst kısmına bir gülücük çizilmişti. Arteblo, hayretler içinde bakakaldı. Daha sonra daha fazla dayanamayarak caddenin ortasında durdu. Bütün hıncıyla bağırdı bir eliyle duvarı işaret ederek. Caddeye doğru bütün öfkesiyle bağırdı: Ey Meyyit-i Müteharrikler !
İşte hayat denilen muamma, işte ölüm denilen gerçek!
Akşam bütün haberler de şöyle bir haber geçiyordu: ‘’İsmi bilinmeyen, yaklaşık yirmi yaşında bir genç caddenin ortasında durarak yoldan geçenlere hakaret etti. Kimsenin sakinleştiremediği genç, son olarak bir duvarın dibinde eski battaniyeye bürünmüş bir şekilde yatarken görüntülendi. Yetkililer olayla ilgili soruşturma başlattı. Şahsın, en kısa sürede bir rehabilitasyon merkezine kaldırılacağı söyleniyor.’’
Zâfir UYARALP