164 views 13 mins 0 yorum

9. Gece Yazmaları, Guli Beyabani ve Kaotik Sarmal

In Öykü
Nisan 21, 2025

Ciddiyetin çürüyen zemininde, güncel kabuslarla beslenen post-ironik karanlık bir mitos.

‘’Çığlıklar uzun sürdü. Ne ciddiye aldım ne de lakayt kaldım. Sadece alay ettim. Ve kapılar kendiliğinden açıldı.’’
Gul-i Beyabani’nin 9. Gece Yazmaları (İyiliğime Bahane İsimli Serlevha)

Rüzgarın imdatlara yetişeceği, soğukluğunu koruyarak gündüzün bunaltıcı sıcaklığını geceleri kara zemheriye çevirdiği gün bugündü. Congolos geldi. Eskisi gibi tek bir kişiyi çağırıp kaybetmezdi. Artık çoklara sesleniyordu. Kocaman, geometrik masaların etrafında durmadan toplantı yapan, erkeksi ve kadınsı varlıkların cirit attığı kahve kokan geniş ofis pencerelerine konuyordu. Kendini şanslı hisseden zümrelere sesleniyordu dışarıdan. İçerideki herkes dışarıdan gelen esrarengiz sesin yankısını dinledi. Zümreler kayboldular bir bir. Avam kursaklarının açlıkla sınandığı günlerde Congolos belası yetmezmiş gibi bir de Mekir geldi mücessem haliyle. Congolos’dan korkamayan, onun tatlı telkinleriyle ayartılmayı arzulayan insanlar Mekir’den çok korkuyordu. Pencerelerinden dışarıya bakarken göz göze gelmemeye çalışıyorlar, gözbebeklerinin içinde saklı korkuları gizlemeye çalışıyorlardı. Mekir, büyük bir ustalıkla ilerliyordu. Kimin kılığına gireceğini iyi bilirdi. Çocuklar, oyuncaklarını bırakıp saklambaç oynarken saklandıkları kuytu köşelere saklandılar. Kediler, sokak lambalarının altından bir sıvı gibi aktılar yağmur mazgallarına. Mekir’in gölgesi bir duvarı yalayıp geçtiğinde, tehlikeyi umursamayan ruhlar, kafası karışıkları tutup tutup fırlattılar önüne. Mekir onları tek tek inceledi. Kimi sorgusuzca çığlık atıyordu, kimi ise elindeki eski pusulanın ileriyi gösterdiğini sanıp içinde “hür irade” yazan daireler çizerek kendi etrafında dönüyordu.
O gece, rüzgârın uğultusu basit bir doğa sesi değil, telaşlı bir çağrının çığrışıydı. Congolos’un ve Mekir’in gelişiyle başlayan kargaşa, gecenin içinde başka başka suretler doğurmaya başlamıştı. Ve işte o anda, Gul-i Beyabani’nin gürbüz gövdesi belirdi. Ateş parçalarını andıran gözleri, toprağı titreten adımları çığlıkları göğe savuruyordu. Congolos’un cazibesini ve Mekir’in sinsi takiyesini bir araya getiren Gul-i Beyabani gelişi ikisinin aksine oldukça gürültülüydü. Kara zemheride buraya gelme sebebi acıya karşı duyarsızlaşan, zulme karşı seslerini çıkartmayan hissiz varlıkları, gece yataklarında uyurken ayaklarının altını yalaya yalaya inceltip, öldürünceye kadar kanlarını içmekti. Kapı çalmazdı. Cam kırmazdı. Gul-i Beyabani, düşüncelerden sızardı içeriye. Tereddütlerin arasına yerleşir, bir göz kırpışta ayak ucunda beliriverirdi.
Kaostan doğan bir başka suret Kamos’tu. Yeryüzündekilere unuttukları en eski korkuları hatırlatmak için gelmişti. O, uyurken yataktan sallanan kolumuzu kapacağını düşündüğümüz varlığın bizzat kendisiydi. Geceleri bacalardan, çatılardan ve oluklardan sarkan sarkaç gibi süzülüp uykuların en tatlı yerinde olanca ağırlığı ile çökerek kabuslar yaşatırdı. Sol elindeki asadan bin yıl önce ölmüş üç kahinin düğümlenmiş dili sarkardı. Sağ elindeki aynadan ise insanoğlunun geçmişten bu yana işlediği kolektif hatalar yansırdı. Her bakanın o aynada fail olarak gördüğü kendi suretiydi.
Hırçın bir atın üstünde elindeki levhayı yere sürterek büyük bir toz bulutu oluştura Yavel geldi. Levhasındaki argümanlar gibi ağzından çıkan her kelime bir düğüm, her cümle muamma ve çelişkiler yumağıydı. Zümrelerden arta kalan zihinleri, Mekir’in ayarttığı yürekleri, Congolos’un cazibeli sesini reddedemeyenleri buldu önce. Konuşmaya başladı. O konuştukça insanlar yıllardır tutundukları fikirlerin ne kadar zeminsiz olduğunu, pek çoğunun pamuk iğliğine dizilmiş oluğunu fark ettiler. Eriyip giden bir mumun kıvrımlı dumanı gibi süzülüp gidiyordu fikirleri. Yetersiz soluklanmalar ve kırılganlıklar bu defa tatlı telkinleri değil tutarsız ve belirsiz cümleleri işittikçe artıyordu. Yavel, sadece tartışmak ve tartışmalardan galip çıkmak için gelmişti. Bu amaçla mugalata ve her türlü mantık hilesini meşru görüyordu. Önce hasımlarının akıllarıyla oynar alt edemediği takdirde hislerini, öfke ve alay ile tahrik ederek zayıflatırdı. Mağluplarının alınlarına bir alamet olarak kendi mührünü basardı. Etraf parçalanan, birleşmeye çalışan, yanlış birleşen, yanlış dağıldığı için birleşmekten aciz kalan kavramlarla doldu. Yavel’in gelişiyle hakikat, üzerinde yamalı, külrengi bir cübbeyle saçları dağınık ama gözleri fena bir halde düz bir çizgide hızla uzaklaştı.
Aylar ayları yıllar yılları güncellemeler güncellemeleri kovaladı. Gamerların oyunlarında, liderlerin bıkkın bakışlarında, Podcast jeneriklerinde, metin yazarlarının satır aralarında bir görünüp bir kaybolan sağır bir varlık dolaşıyordu. Postbot’tu bu. Her yerdeydi. Sesi yoktu ama herkes onun adına konuşuyor gibiydi. Varlığını yapay zekanın memesinin üstünde parazit gibi yaşayarak devam ettiren bu garip varlık sağır olmasına rağmen birtakım algoritmalarla Congolos gibi sesle insanları peşine düşürüyor, Sonsuz kaydırmalı platformlarda uyanan zihinleri, “daha ne var?” sorusuyla kendi labirentine çekiyordu. Bir kedi süt içiyor, ardından kocaman bir savaş patlak veriyor, ardından ‘’sabah rutininizi bir bardak kahveyle başlatmak ister misiniz’’ diyen bir robot hemen ardından ise ağlayan bir kakapo beliriyordu. Mekir ve Yavel gibi hedefi düşünceler değil, dikkatti. Dikkatleri dağıtmayı ise parmakları hareket ettirme gücü sayesinde kolayca başarıyordu. Kategorizasyonun zirveye ulaştığı bir zamandı artık iyi ve kötü gibi çatı kavramlar insanları gruplamıyordu. İnancı zayıf olanlar, faturalarını düzenli ödeyenler, gündüzleri kahinlik geceleri Twich yayıncılığı yapanlar, tam gerçeğin doğasını çözmek üzereyken powerbank’i bitenler gibi sayısız absürt gruplara ayrılıyordu insanlar. Her adımlarını müthiş bir rahatlık içinde mükerrer hareketlerle atıyorlardı. Dans ede ede gelen bir bela gibiydiler. Aynı tarz müzikler, birbirinin benzeri hareketler ve ifadelerle kameralara, yüzlere, boşluklara doğru kısır döngü. O danslar birer büyüsel ritüeldi. Yoksa kim gündelik trajedilerini on, on beş saniyelik estetikle hazmedilebilir hale getirebilir ki?
Birden gökyüzü parladı. Ama yıldızlarla değil, bildirim simgeleriyle. Ekranların gökyüzüne yansımasıydı bu. Her bir kırmızı daire, başka bir felaketi temsil ediyordu. Buna sebep olan ise herkesin bildiği kimsenin umursamadığı bir varlıktı. Bir tür akış solucanı. Herkesin izlediği ama kimde neyi etkilediğinin bilinmediği içeriklerin efendisiydi. İnsanlar, onu her gün baş parmaklarıyla besliyor, onun için yorum yapıyordu. Ve o da büyüyor, büyüdükçe biçimsizleşiyor, biçimsizleştikçe daha çok benzemeye başlıyordu herkese ve hiçbir şeye. İnsanlarla iletişimi çok iyidi:
-“Kendine vakit ayırdın mı bugün? “
-“Onayla: Tüm sorumluluklarını ben üstleniyorum.”
Zamanın bu yeni evresi ‘’şu an’’dan ibaretti. Ve her “şu an”, bir öncekinin replikasıydı. Mekan ise alana evrilmişti. Alan; parçalanmış hakikatlerin, yırtılmış ideolojilerin, yumuşak isyanların üst üste biriktiği katman katman bir çöküntü. Congolos, Mekir, Gul-i Beyabani, Kamos, Yavel, Postbot, Akış solucanı,—hepsi, bir diğerinin post ironik bir başka biçimi haline gelmişti.
Mitolojik dijital Big Bang “meta-ölüm” çağını başlattı. Artık kimse ölmüyor, sadece “erişilemez” oluyordu. Birer profil fotoğrafı, birer son mesaj, birer hatıra olarak donuyorlardı zamanın dijital vitrininde. Ruhları, etkileşim sayılarının içinden geçerek sonsuz bir kayıtsızlık evrenine sürülüyordu.
Üzerinde yamalı, külrengi bir cübbeyle saçları dağınık ama gözleri fena bir halde uzaklaştığı yerden bütün kaosu büyük bir ciddiyet ve sessizlikle bekleyen o adam oradaydı. Kimsenin uzanamadığı devam tuşuna, basıp basmama konusunda uzun bir tefekküre dalmıştı. Tuşa bastığı takdirde bu döngünün tamamen biteceğini ya da sıfırdan başlamayacağını biliyordu. Taklitvari bir döngü olacağını düşünüyordu. Arkasını döndü. Gözleri hâlâ fena bir haldeydi ama artık düz bir çizgide değil, çoklu bir sarmalda ilerliyordu. Cübbesinin etekleri artık toza değil, dijital artıklara sürtüyordu. Her adımında arkasında bıraktığı şey toprak ya da taş değil; yorumlar, yeniden paylaşımlar, bozuk algoritma kırıntılarıydı. Eteklerinden dökülen veri küresi alev saçıkları gibi pıtır pıtır dağılıyor, kimsenin hatırlamayacağı hatıralar gibi yitiyordu. Adam, sarmalda ilerledikçe, her karakterin yankısı ayrı bir frekansta kulağında çınlıyordu. Congolos’un cazibeli sesi, Mekir’in fısıltısı, Gul-i Beyabani’nin haykırışı, Kamos’un bastıran kabusu, Yavel’in çetrefilli dili, Postbot’un boş sessizliği ve Akış Solucanı’nın titreşimi—hepsi iç içe geçip bir kakofoniye dönüşmüştü.

“Ben bu evreni çok ciddiye almıyorum. Belki de en çok o yüzden içindeyim.”
Gul-i Beyabani’nin Muharref 9. Gece Yazmaları (Kötülüğüme Bahane İsimli Dipnot)

Ömer Talha KAVAS

*Görsel: Dall E 2

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.