Adudüddin el- Îcî, meşhur eseri Ahlak-ı Adudiyye’de düşünmenin üç hali olduğunu öne sürerek şunları söylüyor; “Düşünmenin itidali hikmet, tefriti kalın kafalılık, ifratı ise cerbezedir.” Her şeyde mutedil davranmanın hikmet payesi olduğu herkesçe malum iken, düşüncenin ifrat boyutundaki tehdit ve tehlikelerin neye denk düştüğü ve nereye vardığı kıymetli bir meraktır.
Adudüddin, düşüncedeki tefriti izah ederken son derece veciz bir ifade kullanıyor ve bu hali “kalın kafalılık” olarak niteliyor. Bu vasatta kalan düşünüm tarzı için söyleyecek bir şeyimizin olmayışı, kalın kafalara karşı takındığımız samimi tutumumuzla ilintilidir. Bu yaklaşım bizleri, müfrit düşünce dediğimiz hale, yani düşüncedeki ifratın tehlikesini izaha sevk ediyor. Söz konusu eserin şarihi İsmail Müfid İstanbulî, cerbezenin şerhini şu şekilde yapıyor; “Düşünme gücünün aşırılığından meydana gelen güç, cerbezedir. Cerbeze, fetha ile okunur. Bu kendisi sayesinde düşünüp taşınmadan, kolaylıkla hak olduğu iddiasıyla bâtılda, hayr olduğu iddiasıyla da şerde ısrarın sadır olduğu bir melekedir. Cerbezenin sebebi vehim gücünün itidalden ayrılıp ifrata meyletmesiyle müfekkireye hâkim olmasıdır. Bilgi edinme yollarının çok olması kınanırken, bilginin nicelik ve nitelik açısından çokluğu ise övülür. Nazar gücünün fazlalığının daha iyi ve güzele götüreceği zannıyla müfekkirenin ifratının amelî konularda olduğunu, nazarî konularda olmadığını iddia eden görüşün hiçbir tutar yanı yoktur. Filozoflar, bâtıl tevil sahipleri, hile ehli Sasaniler ve göz bağlayıcı cerbeze sahipleri arasında sayılırlar.”
Düşünme, öfke ve şehvet. Bu üç hassa, nefse muhatap güçlerdir. Düşünce, diğer iki hassa üzerindeki tesiri ile en güçlüsüdür. Dolayısıyla denir ki; düşüncenin selim olma durumu yani itidal üzre olma hali, diğer iki hassaya taalluk eder. Tefritten ve ifrattan arınmış bir düşünüm, öfkeyi şecaate, şehveti de iffete tadil eder.
Mütefekkir, düşüncenin tefrit boyutuyla hiçbir paydaşlık bulamayandır. Nitekim kalın kafalı birinin tefekkür erbabı olmasını teşbih olarak düşünmek bile abesle iştigal. Mutedil olanı hikmet kapısına çıkan düşünce, ifrat haliyle bir mütefekkirin en büyük kaygısı olarak kaydedilebilir. Cerbeze dairesine müdahil düşünce, akıl tutulmasının aksiyoner bir faaliyeti olup, akledenin, aklı ihlal ederek akletmeye devam ettiğini idrak edemeyişidir. Sanılanın aksine, cerbeze dediğimiz hal, idrak kavramına da şamil. Keza, hedonizm burada tahakkuk eder. İdrak edişin hazza çıkan bir yanı var çünkü. Düşünce bu raddede şehvete dönüşür ve “bulmak için bulmak” vartası, “amade kılmak için bulmak” hakikatine galebe çalar. Mütefekkir, bulduğu şeyi (burada bulmak; idraki muğlâk olanı idrak mahalline çekebilmektir) Mutlak Değer’e amade kılabildikçe muteber. Müfrit düşünce ya da düşünüm hedonizmi dediğimiz hezeyanın tebarüzü olan cerbeze, müfekkirenin Mutlak Değer’e tâbi oluşunu yadsır ve öteler. Zira Mutlak Değer, cerbeze illetine ibtila zihin için bir muşamba mesamesindedir. Kısaca sabit değildir ve her buluşa tatbik ve de isnad edilebilirdir. Bu ise vebalardan bir veba, urlardan bir urdur. Nitekim Mutlak Değer, en kat’i sabitedir. O araz değil cevher, seyyar değil sabittir. Şu halde, tefekkürü makbul kılan kaidenin başına “hakikat arayışı” levhası koymak, tefekkürü makbul kılmaya yetmiyor. Bizleri batı tefekküründen ayıran haslet, “Mutlak” kavramına duyulan hassasiyettir. Müşahhas olanda mevcudiyetini muhafaza eden “değişken”, mücerret olana tatbik edilemez. İsmet Özel, “İslam’a saldırıp batı medeniyetini yüceltmek isteyenlerin de bir hakikat arayışları oldu elbette. Ama onlar hizmet edebilecekleri hakikati değil, gasp edebilecekleri hakikati istiyorlardı ve bu yüzden ‘düşünüyorum, o halde varım’ diyebildiler” diyor Tahrir Vazifeleri’nde. Bu beyandaki kavram dizgisine bakıldığında, en hayati kavramın “hizmet” olduğu, ayın on dördü kadar aşikârdır. Zira mütefekkirin en kıymetli ameliyesi, tefekkürle vasıl olduğu şeyleri Mutlak Değer’e amade kılma yolundaki hizmeti, yani ibadetidir.
Mutedil düşünüm, yani düşüncenin hikmet boyutu; Mutlak Değer’in değişken olduğu vehmini reddetmekle başlıyor. Buradan da anlaşılacağı üzere mütefekkir kavramı; yalın bir künyeyle ifade edilebilecek kadar sığ değil. Net bir ifade ile denebilir ki mütefekkir, “hakîm” sıfatına muhatap olmalı. Hakîm mütefekkir olabilmek için de tefekküre hâkim olmak gerektiği kaidesi alabildiğine aşikârdır.
Hakîm Mütefekkir, düşünceyi itidal mahalde muhafaza edebilmeye güç yetiren ve idrak hazzına itibar etmeksizin, ona bahşolunan keşfi, Mutlak Değer’e amade kılabilendir. Mütefekkir, “benlik” dairesini terk etmedikçe hedonizmin yıkıcılığı ve çürütücülüğünden emin olamayacak.
Oğuzhan Âsım GÜNEŞ