İnsan karar verendir. Karar, belirli bir istikrar arayışının peşi sıra, tereddütlerin aşılması sonucu meydana gelir. Karar vermenin öncesinde elde bulunan bilgiler idrak vasıtasıyla yorumlanır, yorumun peşi sıra ise hüküm meydana gelir. Modern zamanlar insan fertlerinin kendi karar “mekanizma”larını cihazlara teslim ettiği zamanlardır biraz da. Geleneksel değer ve anlayışlarla mücehhez kadim insanın kararları aşağı yukarı bu geleneksel filtrelerden geçerek vukuu bulurken modern insan için ne olduğu meçhul bir halîta (karışım) söz konusudur. Daha çok “küreselizm”in filtrelerinin hakimiyetinin söz konusu olduğu bir vasatta verilen kararların mensubiyeti geleneğe değil modern dünyayadır. İçinde bulunduğumuz hâl tarihle bağımızın koparıldığı, tarihimizi unuttuğumuz bir halden başka bir şey değildir. Bu kopukluk bir anda vukuu bulmadığı gibi azami bir baskının, şiddetin sonucu da değildir. Seyl-i hurûşanın, bu coşan ve önüne kattığı şeyi kendine katan selin sürüklediği, bir süre sonra da bu sele teslim olunduğu bir gerçektir. Teslim oluş kimliğin devrilmesine, yerine inşa edilecek farklı bir kimliğe razı olmak, kendini kaybetmeyi göze almaktır. Kimliğimizi var kılan tarih tasavvurumuzu feda ederek kendimizi feda etmiş, gidişatın bizi yok oluşa sürükleyeceğini kestirememiştik. Geldiğimiz mecra bize cereyan eden olayların bizim irademizi çoktan yok saydığını haber veriyor. Ne var ki modernliğin câri olduğu bir ortamda, daha doğrusu modernliğin bile hükmünü geçiremediği, muğlaklığın egemen olduğu bir durumda ne istikrar ne de karar mümkündür. Kalbimizdeki şüpheleri izale etme, eşyaya hakkını vermenin peşine düşmeliyiz. Eskilerin yolundan giderek, şairin de dediği gibi iz sürebiliriz.[1] İz sürmek bir zincirin halkalarının kopukluğu söz konusuysa birleştirerek devamlılığı sağlamanın peşine düşmektir. Aramak ise yeniden başlamaktır. Modern dünya insanın biteviye aramasını, iz peşine düşmemesini temin eder ve bu teminin “sürekliliğini” sağlayacak şekilde kuşatır.
Müslümanlar olarak gözümüzü diktiğimiz yerin ne Hegel’le beraber nihai noktasına ulaşan unilineear (tek-doğrusal) tarihle ne de Endülüs medeniyetinin refah ve sanatta ulaştığı zirveyle doğrudan alakası vardır. Asr-ı saadet dediğimiz zaman diliminde insan oluşun ve kalışın kemâlini bize öğreten Allah Rasulü aleyhisselamın kadrosuyla dünyayı baştan aşağı tanzim ettiği keyfiyetin peşinde bir tarih tasavvuruna sahip olmak bize çoğu aşılması zor gözüken meselenin kapısını açacaktır. Zira “medeniyet” denilen hadise insanın eşyaya ruh üflemesinin sebebi ve muharriki olan “iman”dan ayrı değerlendirilir ve kök ıskalanarak dallar asıl olarak kabul edilirse bir süre sonra başımıza gelecek felaket kökten uzaklaşmaktan gayrı bir şey olmayacaktır. Elbette İslâm tarihinde vukuu bulan çeşitli tecrübeleri, milletlerin serencamını ıskalamak, tarihsel tecrübeyi yok saymak bizi modern Harici hareketin düştüğü hataya düşmekten alıkoymayacaktır. Tarihsel tecrübeyi kabul etmek, onu belli başlı bir anlayışın etrafında hesaba çekmek farklı bir husus, “ne”liği anlaşılmadan reddetmek farklı bir husustur. İslam milletlerinin tarih içerisindeki duruşlarının her biri bir yönüyle Asr-ı saadetten kendilerinin aldığı payın dış dünyaya yansımasıdır. “Altın çağ”ımızla kurulan ilişkinin mahiyeti kurulacak şehrin de, sistemin de keyfiyetini ve sahihliğini belirler. Bugün bize düşen ise geçmiş tecrübeleri modern medeniyetin teknoloji vasıtasıyla temel parametresi olarak dayattığı ileri-geri tekerlemesine takılmadan muhasebe etmek ve tarihimizi doğru okuma yoluna girmektir. Tarihi doğru okumak tarihimizi ikame etmenin biricik yoludur. Kendi tarihimizi doğru okumadan şu an dünya üzerinde bulunan maket, güç ve iştiha merkezli tarihi okumamız mümkün değildir. Hatta maket olarak inşa edilmiş, kendi “gerçek”liğini kendisi uydurmuş bu modern tarihin zaaflarını görebilmenin sağlayıcısı kendi tarihimizi doğru bir usulle okumaktan başka bir şey değildir desek yeridir. Kendiliğine dair bilgisi sabit olmayanın isbat edeceği bir dünyası da bu dünyasından doğan dünya görüşü de var olamayacaktır. Modern dünyanın açmazlarına ermenin yolu onun el yordamıyla bizden uzak tuttuğu hakikatleri(mizi) farketmekse, bu farkedişin temini tarihimizin Necip Fazıl’ın deyimiyle bir yanıyla sahte kahramanlardan ayıklanmasına, diğer yanıyla ise tarihimizi fasledici çizgiyi doğru yere raptetmemizle ilgili.
Mükemmelliğin Asr-ı Saadet olarak işaretlenmesi bir adımsa bir diğer adım bu asra olan tetabukun ne ile olacağını bilerek meydana gelecektir. Adaleti merkeze almak meselelerimize hemen hemen toptan çözüm getirecektir. “Bir memleket küfr ile kaim olur, zulm ile olmaz” sözü adaletin geciktirilmesinin cemiyetlere ne gibi felaketleri getireceğinin izlerini taşır. Adalet sağlanırsa insanların ubudiyetinin nereye yönelik olmasına dair onlara verilen hürriyetle insan olmanın şerefine yakışır bir ortam çoktan vukuu bulmuş demektir. Adaletin ıskalanması durumunda insanların ibadetleri sonucu elbiselerinde yırtıklar da oluşsa (Harici’ler örneği[2]) bu ibadetlerin makbuliyeti sekteye uğramış demektir. Halbuki adalet yeterince temin edilseydi insanlara verilen eman onları kulluğun hakikatine de eriştirecekti. Tarih boyunca Kainatın Efendisinden sahabeye vedahî büyük zâtlara değin insanları İslâm’a teşvik eden şey müminlerin kendi hayatlarında eşyanın hakkını vererek (adaletin tanımı eşyaya hakettiği değeri vermek, bir şeyi mevziisine tevdi etmektir) temsil ettikleri hayatın izlerinin sarahaten gözükmesinden başka bir şey değildir. Bizim tarih tasavvurumuz ne yalnız maddeye irca edilecek kadar madde merkezli ne de Hint mistisizminde görüldüğü gibi maddenin ıskalanmasıyla meydana gelen mistik bakışların eseridir. Tarihi bugünden düne doğru doğru okuyarak ve kendi tarihimizi kendimiz yazarak (burdaki yazmak Avrupa’da olduğu gibi bugünü meşrulaştırmak için dünü kurmak manasında maket bir yapıyı değil doğrusu ve yanlışıyla eleştirel, hakkaniyetli bir tarih yazımını işaret eder) bugünki duruşumuzu, düne dair tasavvurumuzu, yarına dair ümitlerimizi muhafaza etmektir. Günlerin insanlar arasında döndürülüp durduğu bir dünyada doğru olana talip olmanın manası hakkın izhar olacağı gün için gayret etmekten başka bir şey değildir. Hep dedik, yine diyoruz: Sefer bizden, zafer Allah’tan.
Ve mine’llahi et tevfîk…
FATİH TEKİN
[1] “Eskiler iz sürerdi.
Biz muttasıl arıyoruz yeni insanlar.
Arıyoruz alemin iç yüzünden zihnimize
Yansıyan bir tasarımla gerçeği.” (İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı, Şivekar’ın Çıktığıdır)
[2] İslâm tarihi kaynaklarında “Hüküm yalnız Allah’ındır” diyerek Hazreti Ali başta olmak üzere sahabeleri tekfir eden Harici’lerin namaz kılmaktan alınlarında izler çıktığı, dizlerinin paramparça olduğu zikredilir.