İnsanoğlunun durduğu yeri hayli belirgin bir biçimde ifşa eden aşk ve nefret kutupları kadar başka bir his ikilisi var mıdır acaba? Biriyle canını uğrunda feda edecek kadar varlığını yok sayma, diğeriyle nefrete mucip şeyin yokluğu için canını feda edecek kadar varlığını adeta haykırmadır aşk ve nefret kutupları. İnsan bu kutupları yerli yerine oturttuğu, muğlaklığı ortadan kaldırdığı nispette kendinden emin olur. Aşkın yöneleceği şeyin muhkem bir mevziiye raptoluşudur ki insanı ayakta tutar. Attığı adımlarına, ağzından çıkan kelimelere ruh üfler. Şartların kötüye gitmesi de, maşukun henüz ulaşılamamış oluşu da âşıkı usandırmaz. Usanmanın ortaya çıktığı andır ki aşkın usulca çekilişi başlamıştır.
Müslümanların aşka dair epeyce çeşit ve kemiyette eserler ortaya koyduğu mâlumdur. Kendilerinin yeryüzünün halifesi ve şâhidi olduklarının farkıyla adımlarını atan Müslümanlar aşkı dâima ulvî bir makama, Allah’a yâni aşkı da bizde var eden zâta ulaştırmanın gayretinde olmuşlardır. Bu bağı Allah’a yâni asıl makamına ulaştırmak onları cinsî aşkı görmemezlikten gelmeye itmemiş, Leyla ile Mecnun efsanesinin türevleri asırlarca İslam şairleri tarafından kaleme alınarak diriliğini muhafaza etmiştir. Ancak bu hikayelerin hemen hepsinde belirgin olan husus Allah’ın insanın içine attığı o ulvî hissi cinsî şehvete kurban etmemek için verilen mücadeledir. Mecnun’un Leyla arayışı Leyla’da tecessüm eden aşka bağlı olarak işlenmiş, işi maddeye hapsederek aşkınlığın kaybolacağı yerlerden kaçınılmıştır. Bunun yanında aşka dair epeyce esaslı sözler İslam tasavvufu içerisinde de söylenegelmiştir. Sâliki aşkı var eden zata, Allah’a ulaştıracak mürşide bağlanış, aşkın rengiyle boyanmıştır . Benim bugün işleyeceğim “Aşk” meselesi elbette Allah’a vardıracak bir vesile olarak da okunacaksa da daha çok; bu hissin yokluğu sebebiyle bugün içinde bulunduğumuz dünyada duygu karmaşası yoluyla kendiliğimizden uzaklaşmamıza neden olan şey olarak ele alınacaktır. Aslında aşk yerine sevgi kelimesini de kullanmam mümkün iken, sevginin de müntehası olan aşk kelimesini kullanmam nefretin karşısındaki kutbu tam olarak gösterme niyetim sebebiyledir.
Modern zamanlar insanların hislerinin iptal edildiği zamanlardır. İnsan bir kıvam üzere, adlin kendinde tecellisi mümkün olduğu sürece şahsiyetini muhafaza edebilir desek abartmış olmayız. Adalet eşyayı olması gereken yere koymaktır. Allah insanı olması gerektiği şekliyle yarattığına göre bu yaratılıştan yani fıtrattan saptıracak her husus adaletin zulme çalması demektir. Hislerimiz dolayısıyla insanla ve eşyayla irtibat kurar, hadiseler karşısındaki tavırlarımızı bu hislerin de aracılığıyla alırız. Hisden hâli (yalıtılmış) bir duruş insanı mekanikliğe sürükleyen ve kendini inkara varan bir duruş olacaktır. Bugün insanoğlunun kapitalizmin dişlileri arasında ezilişini mevzubahis edinip onun hislerinin nasılda metalaştırılıp sistemin çarkına su taşıyacak bir şekilde tağyire uğratıldığını görmezden gelmek meselenin aslını ıskalamak olacaktır.
Sınırsız ihtiyaç ve dolayısıyla sınırsız üretimin tüm piyasaya hakim olması ve sıhhatini muhafaza etmesi bu anlayışa râm olmuş insanların çokluğuyla mümkündür. İsrafın ne olduğunu hakikatiyle kavrayan bir zihnin ihtiyaçların sınırsız olduğuna inanması abes olacaktır. Zira mezkur insan rızkın tekeffül edildiğini (Allah’ın ona kefil olduğunu) bildiğinden açgözlü bir şekilde eşyayı kullanmaktan da satın almaktan da kaçınacaktır. Bu anlayış başka herhangi bir mücadele ve ideolojik eğitime gerek kalmadan kapitalizmin çarkına baştan çomak sokmak demektir.
Müslümanlar olarak anarşiden, kargaşadan payını alan şeylerimizden biri belki de en önemlisi hislerimizdir. İnsanın hisleri gelişigüzel bir şekilde zuhur etmez. Kendilik bilinci, inanışı, eşyayı ele alışındaki yaslandığı merkezî şeylerdir insanın hislerini şekillendiren mesnetler. Kendilik bilincini gelişigüzel inşa eden (daha doğrusu dünyanın genel geçer seyri içinde herkes gibi kendi de herkesleşmişcesine kendini akışa bırakan) birinin sevgi ve nefret kutuplarını ince eleyip sık dokuyarak tayin etmesini beklemek boşa kürek çekmek demektir. Bugün insan olarak herkesin kendine yöneltmesi gereken ehemmiyetli sorulardan biri de “sevgi ve nefretimi tayin eden ölçü nedir” sorusudur. Günlük hayattan tutalım makro ölçekte karşılaştığımız, şâhidi olduğumuz hadiseler karşısındaki tavırlarımızı ne şekillendirmekte, bu tavırları aksettiren anlayış nereyi göstermektedir?
Mesela Filistin’de yaşanan hadiselerden tutalım, Suriye’de harabe kılınan bir milletin durumu karşısında ne hissederiz? Afganistan’da neredeyse yirmi yıldır süregelen Amerika işgali bize neyi resmediyordu? Bugün bizim için Afganistan neyi ifade ediyor? Yahut Doğu Türkistan’da Çin’in yaptıklarının bizde uyandırdığı hisler nelerdir? İslâm âleminin gözü önünde bir soykırım mı işleniyor? O da neyin nesi? Bunların hepsi komplo teorileri mi yoksa? Baudrillard bir simülasyonun içinde olduğumuzu, artık gerçek dünyanın simüle edilerek kendiliğinden koparıldığını dile getirmişti. Byung Chul Han “Palyatif Toplum” isimli eserinde acının yok oluşunu işledi. Modern toplumun menfiliklerin traşlandığı toplum olduğunu, tüm olumsuzlukların göz önünden kaybolduğunu, kaçırıldığını dile getirdi Han. Dünyanın insanların gözünde simüle edilmesi de, olumsuzlukların halı altına süpürülmesi de zâlimlerin işine yarayacaktır. Hadiseler karşısındaki hissizlik, dilsiz şeytanmışcasına suskunluk; adımlarını hızlandıracak, vuruşlarını daha öldürücü kılacaktır zâlimlerin. Farkındalıklarımız bir itikad manzumesinden fışkırmadıkça en fazla çevre koruması olarak dönecektir kucağımıza. İklim değişiklikleri, buzulların erimesi dolayısıyla dökülen göz yaşları, hakiki meselelere yer bırakmayacaktır bir süre sonra. Acının da, zulmün de muğlaklaşmasıdır meydana gelen. Aşkın da nefretin de kaybıdır. İnsanı insan kılan şeylerin yokluğa kalbolmasıdır.
Modern Türkiye tarihini okurken, birileri sizden objektiflik adına belli şahıslara karşı buğz etmenizin yanlışlığından dem vuruyorsa, toprak parçasına kıymetini veren şeyi, dökülen mübarek kanlarımızı Amerika’nın Vietnam savaşında döktüğü kanlara müsavi kılıyor demektir. Tarihi adalete riayetle okumak, objektif okumaya kurban edilmişdir bugün. Sevgi ve nefret kutuplarının kaybıyla, hislerinin tecrid edildiğini iddia eden herkes, bir de bunu göğsü kabararak dile getiren herkes farkında olarak yahut olmayarak ruhumuzu kaybetmenin ehemmiyetsiz bir şey olduğunu deklare etmiştir. Gerçek bir tarih felsefesi kendini bilmekle başlar. Kendini bilen kimi seveceğini de kimden nefret edeceğini de hakikatiyle bilen idraktir. Kelime-i tevhid reddedişle başlar. Tüm putlara karşı ilan edilen nefretin ardı sıra Allah’a duyulan muhabbet onun tekliğini ikrarla izhar olur. İslam’ın bir yüzü Allah’a teslim olmaksa diğer yüzü Allah düşmanlarına savaş açmaktır. Teslim tek tarafadır. Selamet teslimiyettedir. Sevdiğini Allah için sevmeden iman etmenin kemaline erilmez. Esasen sevmenin de kemali burada gizlidir. Bir kişiyi, bir şeyi insanın kendi için sevmesi eninde sonunda menfaatine döner. Halbuki Allah için sevmek tüm nefs renklerini ortadan kaldırmak demektir. O zaman bir kadına duyulan sevgi Allah’a ulaştıracaktır. Çünkü artık sevginin önü temizlenmiş, müteal olana doğru yolu açılmıştır. Kendini bilmek ötekini bilmektir. Kendini bilmeyen ötekini hiç bilemez. Öteki her zaman düşman değildir elbette. Kendini yeterince bilen düşmanını da iyi bilir. Yazıyı Üstad Necip Fazıl’ın şu mısrasıyla bitirmek meramımızı fazlasıyla dile getirecektir:
“Biri aşk, biri nefret; bizim kanadımız çift…
Ateş saçmalı ki nur, erisin kapkara zift…” (Çift Kanat Şiiri, 1977)
FATİH TEKİN