
“Hep aynı boşluk” der Tanpınar. Günlüklerinde borçlarından yakınır, “Allah’ım bana bir yerden beş bin lira gönder” der. Batı’ya çok geç yaşta gidebildiğinden, bunun onda bir komplekse dönüştüğünden bahseder adeta. Tanpınar’ın sesi Türkiye’nin sesidir. Türkiye’nin derken, ideal Türkiye’nin değil elbet. Tüm çıplaklığıyla, derinliği, bir o kadar sığlığıyla Türkiye’mizin. Bugün Tanpınar üzerine çalışmalar son hız devam etmektedir. Sayısız tez, makale, kitap, bildiri… Arada kalmıştır Tanpınar. Hiç şüphesiz bu aradalığı onun popülaritesini beslemiştir. Sağ da okumuştur, sol da onu. Gerçi kitapları Dergah yayınlarından çıkmaktadır. Bilmem Tanpınar’ı nereye koymalıdır? Muhafazakar değildir. Kemalist de değildir. Elbette yeni olana, devrimlere şükran borçludur. Beş Şehir’de Erzurum’u anlatırken M. Kemal’le buluşmasından sitayişle bahseder. Ancak romanları arada kalmışlığın feryadıdır. Huzur’da Suat vardır bir tarafta, diğer tarafta Mümtaz.
Konumuz Tanpınar değil neyseki. Hep aynı boşluk gelir hayat bize. Günler birbirini kovalar. Rutinler bir sarmal oluşturur, zaman zaman canımızı hayli sıkarlar. Rutin bozulmayagörsün bir gün. Aranılır bu sefer bu günler. Karmaşa insanı rahatsız eder. Gerçi karmaşanın karşısına nizamı koyduğumuzda aklımızda bir sürü itiraz belirir. Mesela modernlik tecrübesi her şeyi bir yere konumlandırma, hayatı bir proje üzerine okuma girişimi değil midir? Bundandır sanatta modernizm dendiğinde karşımıza dağınıklığın sanat diliyle ifade edilişi gelmektedir. Mebzul miktarda kuramlar, sanatın teknikalize edilmesi, kapitalizmin şemsiyesine bürünmesi, bir üstünlük belirtisine dönüşmesi vesair…
Disiplinin elbette ciddi manada iyileştirici tarafları mevcuttur denilebilir. Descartes’ın 24 derece sıcaklığı sağlamadan uykuya dalmadığı söylenir. Her gün aynı saatte penceresine dikilip, evinin karşısında duran saat kulesine gözlerini diktiğini işitmişizdir. Ama işte, ama diyorum ve disiplinin öğütücülüğüne değinmek istiyorum. Hayat diyorum, aynı çizgide ilerlemez ki bir kere. Çocuksundur ve dünya, inanılmaz mistik gelir sana. Elbette hayatın bilgisayar oyunları tarafından işgale uğramamışsa. İlk gençlik döneminde gerçekliğini açar dünya insana. Mekanlar üstündeki o müphem, derin tabakayı kaybetmiş gibidir artık. Yaş ilerledikçe hayat gerçekliğini boca eder üstümüze. Hele bir de otuzları geçince, kırka merdiven dayanınca bir ikna süreci başlar. Modern dönemlerdeyse altmış yaşın dahi ihtiyarlık kategorisinden ihraç edildiğine inanırız. İnanmalıyızdır zira ölüme şüphesiz yirmi yaşımızdan daha da fazla yaklaşmışızdır. Ama bu yakınlığı morfinlemek bize hayli iyi gelecektir diye düşünürüz.
Çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık deyince ister istemez ele avuca gelmez bir zaman idrakiyle başbaşa kalırız. Zaman idraki olması bakımından döngü fikri Doğuda mevcut bir fikirdir. Zamanın döngüselliği, tarihin döngüselliği, insanın döngüselliği. Tam burada daire sırrı geliyor aklıma. Dairenin ilk ve son çizgisinin sırt sırta oluşu ne kadar güzel delalet eder hayatımıza. Bu sır bir semboldür. Semboller içerilerinde ciltlerce kitabın özünü barındıran remzlerdir. Bundandır ki bir medeniyeti yok etmenin kolay yollarından biri de sembollerini hasır altı etmektir. İşte burda, tam burda aklıma baskıcı, kemalist modernleşme hikayemiz gelir. Fransız tipi laikliğe giden yol. Kılık kıyafetten harf ve kelimelerin tağyirine giden yol. Elbette bu kimilerine göre bir hikayedir. Zaten insan teki kendini inandırmadığı müddetçe hiçbir şeyin peşinden gidemeyecektir.
Hayat hep aynıdır diyenler ümitlerini tüketmenin kıyısına varmış kimselerdir. Gerçi “güneşin altında yeni bir şey yok” hikmeti de mevcuttur. Ancak ben bu hikmeti aynılık penceresi yerine, ilerleme hikayesine bir reddiye olarak görmek istiyorum. Mesela İslam düşüncesinde de kendisine yer etmiş ilm-i kıyafete de inanmak istemiyorum. İnsana sunulan seçenekler temelde hayr yahut şer olarak işaretlenebilse de hayatı siyah-beyaz ayrımı üzerinden okumanın bizi insanı anlamaktan alıkoyacağına inanıyorum. İnsanı anlamak. Tüm dinler, felsefeler, ideolojilerin özünü burada aramak gerekir. İnsan tanımı, insana biçilen yer, insana tayin edilen sınır tüm varlık idrakini belirler. Bu yüzdendir Hristiyanlık anlatısında “ilk günah” Batının tüm düşünce dünyasını çevrelemiştir. Bu yüzden Yahudilerin üstün insan algısı katliamlarına mazeret üretebilmektedir.
Vicdanın sesi, insanın kendindeki Allah sesidir. Kalp saftır ilk dünyaya ayak basıldığında. Akıl-baliğ olmak teklife hamak kurmaktır. Bundan sonradır kalbin kararması, karardıktan sonra yeniden berraklaşacağı bir ırmağa batırılma ihtimali. Tevbe fikri insanı ayakta tutan yegane fikirdir. Allah’ın kullarına imkan olarak verdiği imhal, tüm ihmallerimizi düzelteceğimize inandırır bizi. Nebi aleyhisselam’ın hayatı bu imhal sürecindeki ihmallerimizin nasıl düzeltileceğinin bir resmidir. Hayat hep aynı değildir hülasa. Üstelik aynı olsa ne çıkar ki? Hayatı bu dünyaya hapsedenler sıkılır bundan, krizlere yol alır durur biteviye. Ed- dünya den’iyettir. Yükselmek için basamaktır bizce. Öte taraf, el-âhiradır asıl yurdumuz. Vatan sevgisi imandandır kelam-ı kibarının güzel bir yorumu da bu vatanın âhiret oluşunda farkedilebilir.