
Eski bir trenin ritmik tıkırtısı eşliğinde, zamanın içinden geçip giden bir yolculuk. Tren penceresinden dışarı bakan bir anne, çocuklarına sarılmış, gülerek poz veriyor. Bu sıcak gülümseme ‘’her şeye rağmen’’ verilen mücadelenin, belki kazanılmış belki de kazanılacağına dair inancın bir işareti gibi parlıyor. En soldaki çocuk, sarkık koluna çarpan rüzgârı hissetmeyecek kadar odaklanmış bir rüyanın parçaları gibi geçip giden nesnelere, uçuşan ağaçlara, ufukta beliren evlere. Diğer çocukların yüzlerinde kaygılı ve dalgın bakışlarla tezahür eden derin bir düşünce hâli var. Sanki dışarıdaki dünya ile içlerindeki dünya arasında sıkışmış gibiler; bir yanda merak, diğer yanda belki de bilinmeyen bir geleceğin getirdiği bir belirsizlik. Yine de annenin varlığı, bu belirsizliği bir nebze olsun dağıtıyor.
Babasız bir yolculuk mu yoksa babaya doğru bir yolculuk mu bilmiyoruz. Dinginlik ve sessizlikle beraber yüzlere düşen solgun ışıkla beliren saf masumiyet ve kırılganlık da onlarla yolculuk yapıyor.
Bu kare, basit bir tren yolculuğunun çok ötesinde, tarih boyunca farklı yüzlerde benzer şekillerde tekrarlanan ve nesiller boyu sürecek döngüsel bir yolculuktan ibaret. Tek bir yolda tek bir yöne doğru gidilse de varılan istikamet ya elemler getirecek ya da elemler bitirecek. Hep olduğu gibi.

Moğolistan’ın ıssız bozkırlarının ortasında, yalnız bir çocuk. Etrafı, toprak ve kuru otlarla kaplı, geniş bir alan. Arkada, dağların sisli silüeti ufka doğru uzanıyor… Elleri, yüzü ve giysileri, sanki doğayla bütünleşmiş gibi tozlu. Yüzü, yaşadığı ortamın sert gerçekliğiyle yontulmuş. Üzerinde kalın ve geniş giysiler, ayaklarında dayanaklı botlarla; bu soğuk iklimde belki de ailesinin sürüyle ilgilenmesine yardım ediyor. Arkasındaki bisiklet, rüzgarla hafif hareket etse o koskoca bozkırın sessizliğini, aniden bozabilecek bir çıt sesi gibi duruyor. Çekik gözlü, yuvarlak yüzlü bu çocuk, hayatın kırılganlığının farkında olacak ki narin ve küçük arkadaşını sımsıkı tutuyor. Dünyası, geniş bozkırın ortasında yalnızca bu küçük alanda, bu hayvanla, birkaç eşya ve uzak dağların soğuk sükûneti arasında geçse de sımsıkı kucakladığı bir gerçekliği var. Peki ya biz? Biz, kendi varoluşumuzun uçsuz bucaksız boşluğunda, hakikat olarak neyi kucaklıyoruz?

Kitaplarla dolu loş bir odada yaşlı bir adam dikkatle okuduğu kitaba gömülmüş durumda. Nefes alışverişi bile duyulmuyor. Bu köşeye dünyanın gürültüsünden kopmak için yıllar önce yerleşmişte, sayısız hikâye, düşünce ve felsefenin izlerini taşıyan kitaplarını, sırtını mindere yaslayarak okurken donakalmış gibi. Arkasındaki kitap yığınları, zihninde biriktirdiği ve düzeltme gereği duymadığı onlarca fikir ve bilgi yığını gibi toplanmış, üst üste biriktikçe genişlemiş. Karanlık; saatleri, günleri, hatta yılları önemsiz kılan derin bir kesafet yayıyor. Her şey siyah-beyaz tonun verdiği eskiliğe tabi olmuş; beden, kitaplar, düşünceler… Gözümüzü, okuduğu kitaba odaklayıp uzunca bakalım. Harfler EKG derivasyonlarını andıran çizgilere dönüşüyor. Dudak kıpırtıları ve göz takibiyle beraber sayfaları çevirdikçe akışı duran zaman, kitap dışı dünyayı giderek silikleştiriyor. Yaşlı adamsa belirginleşen yüz hatları ve buruşuk elleriyle olaylara, fikirlere ve karakterlerin diyaloglarına kulak veren sessiz bir tanık olarak kalıyor.

Suriye sokaklarında beyaz bir kamyonetin altına saklanmış iki küçük çocuk. Muhtemelen savaşın kaotik ve acımasız ortamından korunmaya çalışıyorlar. Masumiyet ve korku bu fotoğrafı en iyi anlatacak iki kelime. Kamyonetin metalik, sert yapısı, sanki çocuklar için bir sığınak gibi görünüyor; fakat bu sığınak, gözlerindeki endişeden de anlaşılacağı üzere onların tehlikeye ne kadar yakın olduklarını da hissettiriyor. Soldaki çocuk, bir elini hafifçe kaldırmış, ‘’durun, yaklaşmayın’’ der gibi. Diğer çocuk ise daha ciddi bir bakışla, gözlerini biraz daha öne doğru odaklamış. Ellerini yere koyarak cesaretini toplamaya çalışıyor. Küçücük elleriyle, saf yüzleriyle, renkli giysileriyle kısacası her şeyleriyle çocuk bedenler, dün Suriye’de işgale, acıya, zulme ve şiddete hayatlarının ilk anlarından itibaren nasıl şahit oldularsa bugünde binlerce çocuk Filistin’de Çıfıt zulmü altında can veriyor. Elim acılara şahit olduğumuz dünya kendisine tahammül etmenin imkansızlaştığı bir cehenneme dönüyor. Masumiyetin bu denli yaralandığı bir dünyada, bakmaya bile yüreğimizin dayanmadığı kareler acımasız ve zalim global siyonist düzenin alçaklığını ifşa eden sessiz(!) bir nida gibi yankılanıyor.

Yaşlı bir kadının günlük rutininden bir an. Sırtındaki küfeyle katlandığı bilmem kaçıncı yolculuktan biri. Yüzündeki kırışıklıklar, koca koca ağaçların gövdelerine, zamanın geçerken alamet olarak bıraktığı katmanlar gibi. Her bir çizgi, hayatın ağırlıkları ve acı tatlı tecrübelerin bıraktığı derin izlerin tecessümü. Kadının ağırlığı başına vererek taşıdığı sepet, hafif görünse de önemli olan ağırlığın kendisi değil, onun taşınma biçimi ve taşıyanın yükle nasıl bir ilişki kurduğu. Bu ise ancak yük, yükten daha fazla manaya geldiğinde anlaşılır. Sepetin içindeki yeşil marullar, ihtiyarlığına tezat bir şekilde hayatın taze kalan yanlarını ve yeniden filizlenmeyi hatırlatıyor. İnsanların buna benzer her gün aynı tempoyla sürdürdüğü yıpratıcı yürüyüşler, iaşe temini çabaları mecbur kalınan bir teslimiyet değil; aksine, insanın kendisine sürekli telkin ettiği ‘’yıkılma sakın’’ sözünün var ettiği bir ayaklanma halidir. Koşullara direnmenin verdiği dinçlik sayesinde insan günün sonundaki yorgunluğun bizzat kendisinin hissettirdiği rahatlama ve yeniden başlama hevesine kavuşur. Yaşlılığın zayıf taraflarını bastıran dinçlik, emekliliği ölüme tehir eder… Bu teyze, modern dünyanın hızlı ve teknolojik yapısına karşı, doğallığı ve çabayla yoğrulmuş tarzıyla hayatın safiyane ve yalın tarafını net bir biçimde ortaya koyuyor.

Yüz hatları katı ve haşin bir adamın, elinde çok sayıda gazete ve kitapçıkla durduğu bir an. Bangladeş’te yaşayan birçok kişi gibi, onun da mücadele dolu bir yaşam sürdüğü tahmin edilebilir. Elinde Bangladeş’in en çok tirajlı ulusal gazetelerini taşırken kağıt yığını olmanın ötesine geçemeyen haber malumatları değil, aksine Müslüman toplumun hikayelerini, acılarını, sevinçlerini ve beklentilerini taşıdığının farkında görünüyor. Müslümanın elinde gazete, ancak hakikati arayış ve başkalarına da bu hakikati sunma çabasının ürünü olabilir. Müslüman kimliğinin ve aidiyetinin bir tezahürü olarak taşıdığı beyaz takkesi ve avami kareli gömleğiyle gözlerindeki keskin bakış sade, kararlı ve şerefli bir kimliğin dışavurumu.
Gözlerindeki kararlılık, adaleti arayanların ve zulme boyun eğmeyenlerin bakışını yansıtıyor. Yaşadığı her gün, her sokak köşesinde elindeki gazeteleri uzattığında yalnızca haber taşıyıcısı değil inancının, mücadelesinin ve teklifinin de taşıyıcısı ise önemli olan tek bir şey var: İstikamet. Bütün bunlar istikamet üzerine mi? Mesajın etkisini göstermesi, iletenin istikamet sahibi, hedef kitlenin de samimi olmasına bağlıdır.
bu adam kim?
bir hamal mı,
yoksa zamanın döndüğü sonsuz saatlerde
elindeki gazeteleri hakikate katık eden
bir nefer mi?
gör şimdi, ey kaybolan kalabalık
takkesinin altında; umut
yüzünde, bin yıllık kahır
ey zaman, dön ve bak!
belki teklifsiz kağıt bütün bunlar
belki de
titrek sesle yazılmış mazlum bir ağıt!
kim bilir kaç kez düştü,
kaç kere kalktı da
imanını topladı yerden
ve yeniden yürüdü.
vakur başları eğdirmemek için
dilin sessiz, yüreğin çığlık olduğu yerde.
ey kalabalığın gölgesinde kaybolan
isimsiz, yorgun ve yalnız,
ama yine de dimdik dur
umarız
elindeki sayfalara
inatla tutunur
kaybolan kalabalıklar

Parlak kırmızı giysileri ve başörtüleri ile geleneksel Nepal kıyafetleri giymiş üç kadın, zorlu bir yolun kıvrımları boyunca süzülüyorlar. Arkada kuru ve dağlık bir manzara görülüyor. Dik ve kayalık dağ patikasında, değnek bastonlar onlar için bir tercih değil mecburiyet. Bu engebeli arazide attıkları her adımdan emin olmak ister gibi gözleri yerde ve sanki adımlarını maddi yükten öte kadim bir geleneğin ve kültürün ağırlığını taşır gibi atıyorlar. Yolculuğun meşakkatine katlanırken göremesek de sayısız güzelliğe de şahit olacaklar; yamacın ardından batan kızıl güneş, nehir ve ırmakların yılankavi kıvrımları, büküle büküle uçan şahinler ve leylekler… Gördükleri onlar için ne anlam ifade ettiklerine göre değer kazanır. Bir Türkün gördüğü leylek ile bir Nepallinin gördüğü leyleğin ifade ettiği anlam aynı değildir. Bir leylek bu üç Nepalli için bile ayrı ayrı anlam ifade edebilir. Yani bu yolculuk, sadece bir yerden diğerine uzanan bir seyahat değil; metafizik bir keşif. Onların arayışları nesnelerle kurdukları ilişkiyle netice verir.
Her adımda, bu kadim dağlar, bastonun yere vurduğu her darbeyle bu üç yolcunun hikayesini dinler; her kaya parçası, her çakıl tanesi onlara sessizce tanıklık eder. Bastonun yere değmesiyle dağlarda bir yankı oluşur; sanki doğa, yolcuların varlığını kabul eder ve onlara yol açar. Her baston darbesi, bir soruya verilmiş yanıt gibi; her adım, bir arayışın yansımasıdır. Aslında bu yürüyüş, varılacak bir yerden çok, yürüyüşün kendisiyle anlam kazanır. Eğer bu yolun sonunda onları bekleyen bir şey varsa, bu bir varış noktası değil, içsel bir şuurun derinleşmesidir. Belki de bu yüzden, yolculuklar yalnızca fiziksel bir hareketten ibaret değildir. Bu zorlu yollar, sadece adımlarını değil, ruhlarını da yoğuracak, yontacak ve şekillendirecek. Eğer varabilirlerse.
Kaynakça:
- Fotoğraf: Shahadat Hossain : https://www.pexels.com/tr-tr/fotograf/eski-tren-penceresinde-etnik-cocuklar-3774244/
- Fotoğraf: zeng jinwen: https://www.pexels.com/tr-tr/fotograf/koy-hayvan-kirsal-bolge-arazi-20852615/
- Fotoğraf: youssef elbelghiti: https://www.pexels.com/tr-tr/fotograf/kitapci-4-15057211/
- Fotoğraf: Gökhan Sirkeci: https://www.pexels.com/tr-tr/fotograf/siyah-ve-beyaz-araba-otomobil-arac-27126919/
- Photo by Ye Zaw on Unsplash
- Photo by Jakaria Hussain Adnan: https://www.pexels.com/photo/man-holding-a-bunch-of-newspapers-at-the-market-16187044/
- Photo by Bernd Dittrich on Unsplash