
YETMİŞ BİR
Yetmiş birinci yaşım. Kamburluk sadece yürümemi zorlaştırıyor. Belimi bükense başka şeyler. Zihnim hafif. Belleğimde tutmak için kendimi zorlayacağım hiçbir şey yok. Asker yolu beklemem. Gidenler geldi. Gelenler öldü. Toprak kurudu güller soldu. Günü güne eklemesem de olur. Duvarda aile fotoğrafı asılı. Sandığınız gibi dar değil çekirdek hiç değil. Ağaç dalları gibi budaklanmış bir aile. O renkli fotoğraftaki herkes öldü, ben yaşıyorum soluk, gri bir bedenle. Artık ölüm, hastalıktan ibaret görülüyor. Ölmeyi dilemek bir hastalık gibi algılanmadan kurtar beni Allah’ım.
SEMTİN BÜYÜK PİSLİKLERİ
Ne yapacağımı bilemiyorum dedi kadın. Kime dedi adam. Küçükken sokakta görüp korkudan kafamızı çevirdiğimiz, her an sebepsiz yere dayak atan semtin büyük pisliklerine dedi kadın. Belki de iyice büyümüşlerdir hatta yaşlanmışlardır dedi adam, kendi yaşlarının ellilerde olduğu aklına gelince. Umurumda değil dedi kadın ‘nefret ediyorum’ diye ekledi. Adamın aklı Sefiller’e gitti. Sana Mösyö Tenardiye gibi birini bulabilirim dedi. Onlardan ölülerini soyarak mı intikam alacağız dedi kadın. Onlar semtin büyük pislikleri dedi adam. Her sene binlercesi cezasız kalıyor, ıssız mahalleler de ne dolaplar dönüyor, kaç mazlum bunların oyuncağı oluyor Allah bilir. Neyse ki artık bekçiler var dedi kadın. Yasal olanlar vicdansız olanlarla baş edemezler. Sokaklarda yasa değil vicdan kol gezmeli. Bekçiler çay içmeli dedi adam.
SARHOŞ DÜŞÜNCELER
Gece vakti tramvay. Başlar koltuklara yapışmış, bir kısmı da camlara. Köşede bir sarhoşun kusmuğu. Mutsuzluk, müthiş bir gerginlik ve dinginlikle tutamaçlara sinmişti. ‘’Savaşılmalı’’ dedi biri. Tekrar “savaşılmalı,” dedi aynı ses, bu sefer daha kararlı. “Artık dayanacak gücümüz kalmadı.” Karşıdaki kadın, gözlerini yere dikmiş, onaylar bir ifadeyle hafifçe başını sallamakla yetindi. Sessizlik adamın iyice canını sıkmıştı “Savaşılmadan olmaz” dedi yüzünde hırçın bir ifadeyle. Bağırdı: “Kendimize gelmeliyiz.”
Bir adam, gözlerini kapamış, sessizce dinliyordu. “Bıkmadılar şu boş lakırdılardan. Kadıköy’e giderken bahsedilecek şey mi savaş’’ diye geçirdi içinden.
Birden tramvay durdu, kapılar açıldı. Soğuk hava içeri doldu. Yeni düşünceler bindi, bazıları indi. Mıknatısvari kesişimlerle birbirlerine dokundular ve tekrar ayrıldılar. Tramvay, gecenin içinde yol almaya devam etti.
Bir genç, yanındaki yaşlı adama döndü. “Millet burjuvazinin, kendilerini istediği gibi yönetmesine alışmış amca” dedi.
Yaşlı adam derin bir iç çekti. “Belki de alışmamış, sadece çaresiz kalmış.” Sükunet.
Tramvay tekrar hareket etti. Gece yolculuğunun bitmesini bekleyenler, sessizce kendi dünyalarına döndü. Karanlık sokaklar, konuşmaların ve düşüncelerin yoldaşı oldu. İçlerindeki arzuyla gece vakti tramvayın içinde sürükleniyorlardı. Herkesin temizlemekten yüksündüğü kusmuk, mide bulandırıyordu, sarhoş düşünceler gibi.
RAFAH
Katliamın izleri, şehrin her köşesinde hissediliyordu. Evler ve çadırlar yıkılmış ve yakılmış, sokaklar boşalmıştı. Bir zamanlar neşe dolu olan çocuklar, şimdi yüzlerinde savaşın ağırlığını taşıyan genç yetişkinlerdi. Küçük Ahmet, savaş başladığında sadece on yaşındaydı. Şimdi ise, yetmişli yaşlarının başında. Tellerle ve bulup buluşturduğu sert nesnelerle çevirmişti ailesinin sükûnetle yattığı yerleri. Tekrar ölmesinler diye.
DENİZLER ALTINDA BİR BEYAZ
Su altı belgesel çekimleri için Meksika’nın ünlü su altı mağaraları ve cenotelerinde dalış yapıyordum. Yerliler için kutsal kabul edilen, bölgeden geçerken ışık oyunları, mağara duvarlarındaki taş oyuklar ve süzülen balık sürüleri ile karşılaştım. Mağaraların içindeki su altı manzarasını kayıt altına almak için kameralarımı çalıştırdım ve çekimlere başladım.
Bir süre sonra, denizin derinliklerinde ilerlerken, gözlerime inanamadım. Karşımda başında tüylerden yapılmış bir başlık, üzerinde geleneksel kıyafetleriyle bir Kızılderili duruyordu.
Kızılderili; “Sen, dış dünyanın insanı,” dedi sakin bir sesle. “Bu sular bizim için kutsaldır. Atalarımızın ruhları burada yaşar ve bu su, onların hikayelerini taşıyan bir yankıdır. Niçin suyu dalgalandırıp atalarımın ruhunu rahatsız ediyorsun?” dedi.
Hiç bozuntuya vermeden inandırıcı bir üslupla; “benim adım Akbalık dedim. Bu toprakların ve suların ruhuyum. Atalarınız, bu yerleri kutsal kabul ederdi. İzin verirsen atalarının ihtişamını bu modern oyuncalarla kayıt altına almak isterim’’ dedim. ‘’Beni Achebe’nin romanlarındaki saf Afrikalılarla karıştırdın herhalde. Tarihi tecrübelerimiz gösteriyor ki size inanmak ölmek demektir.’’ dedi ve beni oracıkta öldürdü. Ölümüm herkesin işine yaramıştı. Kızılderili tanrıya adadığı kurban borcunu yerine getirmiş, belgeselci arkadaşlarım ise yıllardır gizemi çözülemeyen belgesel dizisine bir yenisi eklemişlerdi.
OKİ
Her ağacın ve her derenin dinlenilmeye değer bir hikayesinin olduğu ormanlarla kaplı bir bölge vardı. Bu bölgede yaşayan kabile, Fiji’den Amazon havzasına, Kongo’dan ve Yeni Zelanda’ya kadar atalarının dünyanın çeşitli yerlerinde benzer amaçlar için yaşadıklarını iddia ediyorlardı. Onlar, atalarının ruhlarına saygı gösterme biçimi olarak yamyamlığı benimsemişlerdi. Yamyamlık, onlar için düşmanın gücünü ve cesaretini içlerine çekme, böylece kabileyi daha güçlü kılma ritüeliydi.
Genç Oki, bu ritüele ilk şahit olduğunda henüz çocuktu. Kabilenin savaşçıları, düşmanlarını yendiklerinde, ilk lokmayı kabile şefi alırdı. Bu ritüel insanın insanı yemesinden çok, insanın düşmanını yemesi üzerinden temellendirildiği için kabul edilebilir insani davranışların sınırları açısından hiç kimse tarafından hiçbir zaman sorgulama ve tartışma konusu olmamıştı. Zamanla etraflarındaki düşman kabilelerin pek çoğunu yenip yemişlerdi. Geriye kalan ufak tefek kabileler ise beyazların kötücül ruhlarının eline geçtiği için etleri zehirliydi. Kabilenin ileri gelenleri halkın insan eti yemeden duramayacağını bildiği için şamana akrabaların ve aynı kabileye mensup ölmüş ataların etlerinin yenilebilirliğini dini bir ritüel olarak resmileştirmesini istediler. Böylece kabile dışa dönük yamyamlıktan içe dönük yamyamlığa geçmişti.
Oki, tuhaf bir rüya görmüştü. Rüyasında beyaz bir kalabalık, etrafta uçuşan et parçaları arasında atalarının ruhlarını akbabalar yiyip bitiriyordu. Sabah kabilenin diğer üyelerinin yüzlerindeki endişe dolu ifadeler Oki’nin içindeki korkuyu daha da artırdı. Bir şeylerin ters gittiği açıktı. Kabile meydanında gerçekten kalabalık beyaz bir topluluk vardı. Koca sandıklarda getirdikleri düşman kabilenin etlerini altın ve gümüş karşılığında satıyorlardı.
Beyazlar, sadece et değil, çeşitli ürünler ve araç gereçler de getiriyorlardı. İlk başta, bu malların cazibesi kabilenin bazı üyelerini etkiledi. Beyazlar, bu malların hayatlarını nasıl kolaylaştırabileceğini ve daha rahat bir yaşam sunabileceğini anlattılar. Kabile üyeleri, bu parlak ve yeni şeylere sahip olma fikrini çekici buldular. Ancak Oki, bu ticaretin altında yatan tehlikeyi hissetti.
Şaman, kabile şefi ve yaşlılar, beyazlarla yapılan ticaretin kabilelerinin ruhunu nasıl etkileyebileceğini tartışmak için bir araya geldiler. Beyazların sunduğu mal ve hizmetlerin kabilenin kültürel ve manevi değerlerine zarar verebileceğini ifade edenler oldu. Ancak, kabilenin bazı genç üyeleri, bu yeni dünyanın sunduğu olanaklara kapılmışlardı ve beyazların getirdiği ürünlere erişim için istekliydiler.
Kabile içinde bir bölünme yaşandı. Bir yanda geleneklerine bağlı kalan ve beyazların etkisini reddedenler, diğer yanda ise yeni yaşam tarzını benimsemek isteyenler vardı. Beyazlar, kabilenin zayıf noktasını bulmuş ve bu bölünmeyi derinleştirerek kendi çıkarlarına kullanmayı başarmışlardı. Kabile, içe dönük yamyamlıktan, paketli yamyamlığa geçtiği için zaten azalan savaşçı yanları tümüyle yok olmaya başlamıştı.
Beyazların sunduğu kapitalist düzen, kabilenin iç dinamiklerini alt üst etmeye başladı. Renkli ticaretin getirdiği refah, kısa süre içinde kabile içinde adaletsizliklere ve eşitsizliklere yol açtı. Bazı aileler zenginleşirken, diğerleri yoksulluk içinde kalıyordu. Kapitalizm, kabilenin birliğini ve dayanışmasını bozuyordu. Kabilenin gençleri ise çoktan beyazların sunduğu ürünlere ve yaşam tarzına hızlı bir biçimde bağımlı hale gelmişti.
Oki, kabilenin şamanı ve yaşlılarıyla birlikte bir plan yaptı. Kabile üyelerini, atalarının ruhlarına ve doğaya olan bağlılıklarını teatral bir gösteri ile hatırlatarak, eski ritüellerine ve değerlerine geri dönmeleri için ikna etmeye çalıştılar. Ancak, kapitalizmin derin izleri kabilenin üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştı. Kabile içinde huzursuzluk ve çatışma arttı. Bir gece, beyazlarla yapılan ticaretin yol açtığı bir kavgada, kabilenin bazı önemli üyeleri öldü. Beyazlar, ölenlerin etlerini başka kabilelere satmak için bedenlerinden arındırıp paketledi.
Bu trajik olay, kabilenin geleceğini daha da karanlık hale getirdi. Kabilenin içindeki bölünme ve çatışma, onları yeniden bir araya getirmeyi imkansız hale getirerek kabileyi yok oluşa sürüklemişti. Kabile, kapitalizmin pençesinde yavaş yavaş yok olurken, doğanın ve atalarının ruhlarının sesini yeniden duymayı umut eden Oki, bu dünyadan umutsuzluk ve acı içinde ayrıldı. Kabile, tarih sahnesinden silindi; ne eski ritüelleri ne de yeni umutları onları kurtarmaya yetti.
AHMET, DİĞERLERİ VE BEN
Üniversite yılları… Arkadaşlar, beraber yürünen yollar, farklı düşünceler, benzer kaygılar… Gecenin derinliğinde, ormanın ortasında sonsuz bir huzur içinde uyuyan, kökleriyle toprağı sıkıca kavrayan yaşlı çınar ağaçları gibi uzanmıştık göklere doğru. Yıldızlı göğün ihtişamı atında büyük ayıyı, küçük ayıyı hatta hayatımızdaki derin çatlakları ve yarıkları bile konuşmuştuk. Boşlukta süzülen ay ışığı, yere vuran ince bir tül gibi, her şeyi yumuşak bir parlaklıkla kaplıyordu. Dramatik bir renk şölenin ortasına bırakılmış ilinti birer sahne oyuncusu gibiydik. Ahmet ve diğerleri konuştuğunda hafif bir rüzgar, ağaçların arasında dolaşıyor, yaprakları nazikçe sallayarak ormanın sessizliğini bozmadan esiyor, getirdiği taze toprak kokusu, baykuşun senfonisi eşliğinde, insanın içini ferahlatıyordu. Ben konuştuğumda ormanın bir köşesinde, asırlık bir meşe ağacının altında, yosunlarla kaplanmış doğal bir taht görünü veren kayanın tam üzerinde kötü bir masal kahramanı canlanıyordu. Ahmet’in ve diğerlerinin sesi, gençliğin heyecanı ve tutkusuyla doluydu. Geleceğe dair planlar yapıyorlar, ideallerini ve hedeflerini güven ve kararlılıkla paylaşıyorlardı. Ben konuştuğumda, her şey değişiyordu. Sesimdeki belirsizlik ve endişe, masal kahramanını bile efkarlandırıyordu. Her şeye rağmen gece, ormanın içinde şiir gibi akıyordu.
ve karaltı çehresini gösteriyordu düş gibi bir boşlukta
gözümüzün parıltısı en yüksek lümenli yıldızları kıskandırırken
ahmet, diğerleri ve ben
kısarak bakıyorduk
aynaya bakar gibi
gözümüzü alan geceye…
ÖBÜR YANI DERİN
— Burası eski bir köy evi mi?
— Evet
Evin çevresi, yılların verdiği yıpranmışlıkla doluydu; çatısı çökmüş, pencereleri kırılmıştı. Ancak içerisi, daha da ilginç bir keşif vaat ediyordu.
— Ürkütücü görünüyor
— Öbür yanı daha ürkünç
— Neyden bahsediyorsun?
— Eski kapının ardından
Evin içindeki odaları birer birer dolaşırken, en sonunda eski kapının önünde durdular. Kapı, diğerlerinden farklıydı; üzerindeki desenler, eski zamanlardan kalma bir öykü anlatıyor gibiydi.
— Bu kapının ardında ne olabilir?
— Derinlik
Kapıyı araladıklarında, karşılarında karanlık bir geçit belirdi. Geçit, derinlere doğru uzanıyordu ve sonu görünmüyordu.
— Bu geçit nereye gidiyor olabilir?
— Belki de evin öbür yanına
Geçidin sonuna vardıklarında, karşılarında alışık olmadıkları bir mekân buldular. Burası, alışık oldukları her yerden farklıydı.
— Burası gerçekten evin öbür yanı mı?
— Belki
Nereye geldiklerini ve nasıl döneceklerini bilmiyorlardı. Rüya ya da gerçek öbür yanın gizemi, onları etkilemişti.
— Kaybolmuş ve mutlu hissediyorum
— Bir an önce buradan çıkmanın yolunu bulmalıyız
Mekanda, eski kitaplar ve tuhaf nesnelerle dolu bir tezgah buldular. Ortada, üzerinde garip semboller olan ve içinde sekiz küçürek öykü bulunan kitabı açtılar.
— Son hikaye bizden bahsediyor ve tamamlanmamış
— A öyle mi? Şanslıyız hayatımızın alternatif anlatısı ile karşılaştık
— Tuhaf
— Bence de…
*fotoğraf: Photo by Ken kahiri on Unsplash