
Soluk gri delmemle titreyerek gecenin üçünde semaveri yakıyorum. Yalnız olup olmadığımdan emin değilim. Yalnız olsaydım oturduğumda iki bacağı üzerine bırakılmış kocaman bir balon gibi görünen göbeğimle kesin birisi dalga geçerdi. Korkuyorum. Ateşin başında uyuyakalırsam Kamile’yi göreceğim muhakkak. Kırlangıçların yuvasını bozmak için küçük karpuzdan topuzunu sallayarak dolaşan Kamile’yi. Ateşin çıtırtısı kulağıma uzak bir böcek cızırtısı gibi geliyor. Semaverden çıkan duman değil Kamile’nin gölgesi sanki. Rüyaya dalmamalıyım. Dalmamak için çabalarken duman gibi dağılıyorum. İnsanlar benim için tek bir kişi. Bir zaman hep annemi görüyorum karşımda bir zaman arkadaşımı bir zaman başka birilerini. Sevdiğim, sevmediğim. Siyah kısa kollusuyla Ahmet. Dili dışarda gezen Bestami bey. Tam karşımdaki yıkıntıda oturan, bakışmalarımız günün en zamansız vakitlerine denk düşen Kamile. Çok küçükken getirmişler Kamile’yi. Daha doğrusu sorumsuz annesi tarafından şehirdeki eski evlerinde terk edilince yaşlı amcası vakit kaybetmeden kendi memleketine getirmiş onu. Genç kızken birkaç kez evlendirilmek istemişler çileli hayatından kurtarmak için.
Amcasıyla karşılaştığım bir gün Kamile’yi okuttunuz mu bir hocaya dedim. Yok dedi amcası Kamile’nin okumalık bir durumu yoktur. Dengini bulunca dengesini bulacak. Amcası iyi adamdır. Tam olacakken olamamışlardan biridir. Kendi halindedir. Çok akıllı sayılmaz. Kamile’nin bir de kuzeni var: Baki. Esmer orta boylu. Eli yüzü düzgün. Baki ayda bir kere Kamile’yle takılır. Onun karpuzdan topuzuna düzenli olarak güler. Kır gezisi yaparlar hiç konuşmadan geri dönerler. Baki, bana daima Kamile senin zihnini çok meşgul ediyor derdi. Kamile bizim kendi tasavvurumuz mu diye düşünürdüm yalnız kalınca. Sonra Kamile’siz dünyanın yokluğunu muhal bulurdum. Varlığını kabullenmekten çok yokluğunu kabullenememek. Onsuz dünya basit bir alegoriden ibarettir.
Bir gün Kamile’yi karpuzdan topuzuyla konuşurken gördüm. Ona, her şeyin yolunda gidip gitmediğini, havanın yeterince soğuk olup olmadığını, balığın yanında yahninin iyi gidip gitmediğini, herkesin halinden mutmain olup olmadığını soruyordu. İmkânım olsa benzer soruları ben Kamile’ye sorardım. Gözlerimi büyüterek tekrar Kamile’ye baktım. Ona dikkatlice baktığımda zamanın nasıl geçtiğini anlamıştım. Daha düne kadar anlamsız hareketlerini çocukluğuna bağladığım küçük kamile şimdi karşımdaydı. Topuzunu elinden bırakıp oturdu evinin önündeki tozlu koltuğa. Etrafta kimsecikler yok. Ona doğru bağırmak istedim. Kamile’yi duymak istiyorum. Katmanlaşan gölgesi bana karşılık versin. Bağıramıyorum. Sesim boğazımda düğümleniyor. Hık mık. Kendisine ilerle komutu verilen köle gibi hissediyorum. İlerleyeceğim ama nasıl? Gözlerim bağlı. Haklı bir mazeret. Kamile’ye karşı ağzım mühürlü. Neyse ki Kamile uyumak için kalktı koltuktan. Nefes aldım. Bulunduğum yerden bir adım ayrılmadım. Baki uzaktan selam verdi. Ben Baki’den çok Kamile’ye karpuz getiren amcasına dikkat kesilmiştim. Kamile’nin karpuzdan topuzu patladığında, çürüdüğünde ya da yarıldığında amcası hemen yenisiyle değiştiriyordu. Gördüğüm manzaranın garipliği ve absürtlüğü karşısında mahvolmamamı engelleyen tek şey bunların cünunluktan müstesna bir yeri olduğuna inanmamdı. Kendi kendime hikayeler uyduruyordum. Karpuzdan topuzla ilgili hikayeler. Aslında hikâye yakıştırmak yerine amcasından bir şeyler öğrenebilirdim. Ancak bu merakımın beni Kamile’ye daha çok yaklaştırmasından ya da daha fazla uzaklaştırmasından korkuyordum.
Gün ağarırken, kararlı adımlarla Kamile’nin amcasının evine doğru yürümeye başladım. Evin yolu tozlu ve taşlıydı; bu yolda yürürken çocukluğumda oynadığım zamanları hatırladım. Kamile’nin amcasının evi, diğer evlerden daha eski ve bakımsız görünüyordu. Kapıya vardığımda derin bir nefes aldım ve kapıyı tıklattım. İçeriden bir süre ses gelmedi. Tam geri dönmeyi düşünürken, kapı gıcırdayarak açıldı ve amcası kapıda belirdi. Gözlerinde yorgun ama dostça bir bakış vardı.
Amca beni içeri buyur etti. Evin içi de dışı gibi eskimiş ama sıcak bir his veriyordu. Kamile’nin çocukluğuna dair izler her yerdeydi; duvarda eski bir beşik, köşede unutulmuş oyuncaklar. Amca bir sandalyeye oturdu ve bana da oturmamı işaret etti. Sessizlikle birbirimize baktık bir süre. Sonunda ben söze başladım.
“Kamile’yi merak ediyorum amca. Onun hikayesini, sizinle nasıl yaşadığını, kırlangıçları ve karpuzdan topuzunu…”
Amca derin bir iç çekti ve gözleri uzaklara daldı. “Kamile’nin hayatı kolay olmadı,” dedi. “Annesi onu terk ettiğinde, onu yalnız bırakmak istemedim. Buraya getirdim çünkü bu memlekette belki daha mutlu olur diye düşündüm. Karpuzdan topuzu ise… ona bir tür koruma, bir tür güvence gibi geliyor. O topuzun ona ait bir şey olduğunu ve onu koruduğunu düşünüyor”.
“Peki ya siz?” diye sordum. “Siz nasıl başa çıkıyorsunuz bu durumla?”
Amca başını salladı. “Başka bir seçenek yoktu,” dedi. “Kamile’nin yanında olmak zorundaydım. Onun için elimden geleni yaptım. Belki de yeterince iyi olamadım ama onu yalnız bırakmadım. Onunla ilgilenmek benim sorumluluğum’’
Amcasının samimi sözlerini dinlediğimde Kamile’nin hayatındaki zorlukları, onun hayatta kalma mücadelesini daha iyi anlamaya başladım.
“Baki hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordum. “O da Kamile’yle ilgileniyor mu?”
‘’Baki’nin varlığı Kamile için önemli. Ona iyi geliyor.” Demekle yetindi.
Bu konuşma bana Kamile’yi ve hayatını daha yakından tanıma fırsatı verdi. Amcası ile vedalaştıktan sonra eve doğru yola koyuldum. Kafamda birçok düşünce vardı. Kamile’nin dünyasını anlamak, onunla daha fazla vakit geçirmek istiyordum. Belki de ona sorular sormak yerine onunla sessizce oturmak, onun dünyasında yer almak daha doğru olurdu.
Ertesi gün Kamile’nin evine doğru yürüdüm. Onu gene evinin önünde, tozlu koltuğunda otururken buldum. Sessizce yanına oturdum. Gözlerimizi birbirimize diktik, ama kelimeler gereksizdi. Gecenin sessizliğinde paylaştığımız bu an, bizim için yeterliydi.
Bir süre daha sessizce oturduk. Ardından, Kamile aniden ayağa kalktı ve bana bakarak, “Gel,” dedi. Onun peşine takıldım. Evin arkasına doğru yürüdük. Her yerde kırlangıç tüyler vardı. İrkildim. Cesaretsizdim. Kamile’yi anlamak, Kamile’yi mazur görmek, Kamile’yi bağışlamak ya da Kamile’yi yok kabul etmek, Kamilesiz dünyanın alegoriden ibaret olmadığını kabul etmek. Aklıma gelen hayalet düşüncelerden sıyrılıp Kamile’den uzaklaştım. Kamile’ye tekrar yaklaşmak istiyordum. İçimde ona karşı tarif edemediğim bir iştiyak seziyordum. Tam ona yaklaşmak istediğimde onun beni kocaman bir kırlangıç sanıp karpuzdan topuzunu kafama indirdiği korkunç senaryo zihnimde canlanıyordu.
Kamile’den uzaklaştığımın beşinci günü, Kamile’ye yaklaşamadığımın beşinci günü demek daha doğru olur, her şey tepetaklak oldu. Bir araba gördüm sokakta. Sağlık ekibi olduğunu anladım. İki görevli Kamile’yi kucaklamıştı. Kamile’yi götürdüler. Baki’den öğrendim. Kırlangıç öldüren bir deli yaftası vurmuşlar Kamile’ye. Şikâyet etmişler. Baki’nin yüzü asık. Kendi haline bakmadan, ne oldu sana böyle perişan ettin kendini diyordu bana. Susuyordum.
Ömrümün üçte ikisini geride bıraktım. Yalnız olmadığıma eminim. Kamile şurada bir yerlerde. Karpuzdan topuzunun yerde sürükleyerek dolaştığını duyuyorum. İçim sızlıyor bir kırlangıcı daha öldürecek diye. Kamile’yi varsayıyorum. Ona katlanıyor ve ondan korkuyorum. Kamile’yi yok sayıyorum. Haklı olarak alınıyor. Üzülüyorum. Nasıl bir sekansın içindeyim?