
Her kafadan bir ses çıkıyor. Değerlere sarılıyorlar. Kahrediyorlar ve bolca kınıyorlar. Adalete olan inançlarını dile getiriyorlar sürekli. Sallandırılmalı katiller diyorlar. İdam yasası için imza topluyor halkın içinden olanlar.
Herkes aynı sıkıcı şarkıyı terennüm ediyor: “Vatan elden gidiyor!”
Vatan ne ki? Toprak parçası olsa gerek. Hayır, bu kadar basit olmamalı diyor öteki. Değerler silsilesine sahip çıkılarak yaşanılan yer, aidiyet ilişkisi kurduğun mekandır vatan diye çıkışıyor sonra.
Değerler; ulusal, kutlu, cumhuriyetin aydınlığı, M. Kemal’in yurdu, değerleri, çizdiği yol, gösterdiği hedef. Vesaire.
Toplumsal bir cinnet halinin içindeyiz. Ne zamandır bilmiyorum, ama pandemi sürecinin ardından zamanın daha da hızlandığını ve kirli olanların, feci derecede kirli olanların çok daha hızlı günyüzüne çıktığını farkediyoruz. Bu fark bize bir amel alanı açıyor mu derseniz, ağır bir sükuttan başka cevabımız olmadığını da ekliyor ve susuyorum.
Batılı değerler süzüldü, bize kala kala posası kaldı herhâlde demeden edemiyor insan. Ki Batı’nın özde kötü olduğu üzerine düşünce dünyasını inşa eden biri olarak bu kanaatini belirtiyor! Ve yarım kimliğin kimliksizlikten daha tehlikeli olduğunu fark ettiğimiz an, bizim tarlayı kim sürmüş bunca yıl diye haykırasımız geliyor. Haykırmak, belli değerlere can verircesine bağlı olunduğu, taaten bu daireye dahil olunduğu zaman anlam ifade eder. Ötesi vicdanın tatmini ve kendinin kandırılma sürecinin profesyonelce mukaddimesidir. Mitinglerimizi ve protestolarımızı bir de bu açıdan muhasebe edelim, sınıfta mı kaldık, Ankara’daki dayımızın marifetiyle bu badireyi de mi savuşturduk anlarız.
Toplumsal olan çok veçhe etrafında döner durur. İndirgemeler toplumsal olanı anlamlandırmada bize atgözlüğünden başka bir sonuç vermez. Ama sosyolojinin o “tarafsız” ve “bilimsel” olmak adına mühendisliğe soyunan ve modern bilime yaklaştıran tarafını bir kenara bırakırsak meselenin değerler manzumesi ve bunların istikrarını sağlayan kurum ve otoritelerde olduğunu farkederiz.
Hukukun ahlakla olan ilişkisini Kant’ın etik değerlerine ısmarlayarak en fazla entelektüel gevezeliğe saparız. Bu saptığımız yolda ebedi barış çarpar sonra Birleşmiş Milletler’in olmayan vicdanına.
İnsan nefsini Freud üzerinden anlamlandırırsak haz örtüsüyle örteriz tüm yolculuklarımızı. Kötülüğü emreden nefis kendine “bilimsel” bir meşruiyet zemini bulur böylelikle. Bu kabulden sonra tüm değer gevezelikleri çöpe!
Siyaset mevzuu günlük politika üzerinden anlamlandırıldığı müddetçe daha çok güdülürüz. Güdümlü füzelerimiz hiçbir işe yaramaz sonra. Değerler yaslandıkları kaynakların muhkemliğince hayata renk verirler. Reel – politikanın değerleri kendindedir. Plastiktir bi kere. Eğilip bükülür, konjöktür damgasıyla damgalanır biteviye. Hakikat ise zıddını dışarıda bırakır, plastisite çemberine kaptırmadığı için kendini, ismi hakikattir. Yoksa adı gerçeklik olurdu, bir adım ötesi reel ve sonrası politika! Politika Yunanca bir kelime bu arada, çokyüzlülük anlamında. Aynı Batı dillerinde, literatürde kendine çokca yer bulan “persona” kelimesinin maske anlamına gelmesi gibi bi hinlik yatmasın sakın burda?
Cinnetler dalgalandırır toplulukları. Toplumun geneline yayılınca bir dizi felaket kapıdadır. Bu cendereden çıkmanın yolu meseleleri halı altına süpürmek, iyice sündürülmüş kimliklerin köşelerini budadıkça budamak değildir. Hakikat acıdır. Rahatsız edicidir. Yoksa siz de hakikate giden yolda anestezinin meşruluğuna ikna olmuş kalabalıklardan mısınız?
Öyleyse geçmiş olsun, uçurumdan yuvarlanana kadar kimse arabanızın frenlerinin şiştiğini umursamayacaktır. Olur da sağ kurtulursanız bunu yakınlarınıza kişisel bir tecrübe olarak anlatırsınız. Yeni Türkiye, halı altına süpürmenin idealize edildiği bir Türkiye. Araba uçurumdan yuvarlanmadan frenlerini kontrol etmek umrunda olmayan bir ülke. Kahretmeyin ama yine de siz, kahrolun ve kendi içinize dönerek işinizi yapın. Kadere inananlar, kadercilik yapmayacakları gibi yan gelip yatmazlar da aynı zamanda. Kadere olan imanımız, kederlerimizin üstünü örtüyor bir nebze nasıl olsa…
Fatih TEKİN