
Malesef günümüzde şiir hem okuyucu hem de yazar kimseler tarafından, nesirle poetik dilin karma haliyle “şairane bir söyleyiş” anlayışına indirgenmiş vaziyette. Aslında düz ve nesre daha yakın olduğu belli olan cümleler poetik bir aromayla şiire yakın hale getiriliyor, en azından duyuş olarak şiire yaklaştırılan bu melez tarz ise şiir addediliyor.
Tıpkı bir romanın sayfaları gibi edebî bir dil kullanan bu metinlerin şiire benzetildiği diğer nokta ise ifadeler düz bir roman sayfasını andırdığı halde şiire has formlarda, alt alta ve mısra mısra yazılması. Yine bazı kere devrik cümlelerle ifadenin sıradan bir cümle olduğunun üstü örtülürken bazen de destansı bir anlatım havası bu “şiirimsilik” yanılsamasını destekliyor ve böylece silik şiirler doğuyor. Yani aslında pek âlâ düz bir metin olan cümleler şiir formunda bir kisveye büründürülerek, okur yahut yazar farketmeksizin, nesirle poetik arası bir şiirimsiyle iktifa ediliyor. Başlarda edebî bir duyuşla yakınsanan bu üslup, artık, türlerin sınırlarını kaybettiği bir yanılsamaya dönmüş vaziyette.
Böylece şiir bahsinde de “Etrafını câmî ağyarını mânî” kaidesinin sadeleştiriciliğine ihtiyaç duyuyoruz. Yoksa “şiir neye denir?” ve “neye şiir denmez?” sorularının yanıtını sırf bir “şiire benzer”lik duygusu içinde kaybetmekle elimizde var olanı da belirsizleştiren bu anlayış hepten müphem bir havaya yol açmakta. Şiirle nesir arasında elbette benzer noktalar bulunabilir fakat şiiri müşahhas kılacak, yani şahıslaştıracak bir anlayış ve uyanıklıktan gittikçe uzaklaşmış vaziyetteyiz. Bazen içimizdeki bir hissin adını bile koyamamaya benziyor bu hâl. Şiir diye bir şey var ama ne? Bunlar mı şiir? Bunlar neden şiir ya da neden şiir değil?
Şahıslaştırmaya örnek verelim. Örneğin her kap bir su taşır. Bardak da su taşır, tuvalet maşrapası da. Fakat imal edilmelerindeki maksat ve doğaları farklıdır.
Yani burada şöyle diyemeyiz, “kulpu olan her kap bir bardaktır”. Böyle söylemek hatalı bir genellemeye götürür bizi zira bardağın da maşrapanın da kulpu vardır ve kap görevi görürler fakat maksatları farklı olduğundan, yapıları ve kullanım adapları da ona göredir. Sırf işimiz görülsün diye tuvalet maşrapasıyla çay içmeye kalkıyorsak orada bir şeyler ters gidiyor demektir, olağan üstü hal ve istisnalar hariç elbette.
Dolayısyla her bardak ve maşrapa birer kaptır fakat bir kap daima bardak ya da maşrapa değildir. Öyleyse her şiir ve nesir bir yazıdır, metindir ancak bir metin daima şiir değildir, benzer özellikler gösterse bile..
Onu o yapan, şiiri şiir yapan bir alâmet-i fârıka lazımdır. Yoksa işimiz maşrapayla çay içmeye benzer.
Bu misalle birlikte şiir ile şiirimsi arasındaki uçurumun yeterince netleştiği kanaatindeyim.
Bir de meselenin daha derin ve manevi özü var elbette. Bardak ve maşrapa örneğindeki ana nokta sâfî bir biçim farklılığını anlatmaz bize. Ne için yapıldıysan onun için olmak üzerine bir tefekkürdür aynı zamanda. Kendine has özellikleri olan bir misal, aslına uygun düştüğü ölçüde misalliğini korur. Aslı olmayanın misli olmaz. Burada bir aslı olmak bize yine ait olunan sınırlar çerçevesini hatırlatır.
Tıpkı insanlar gibi diğer eşya da ait olduğu sınırlar dahilinde hürdür, ait olunan hudutlar çerçevesi ise edeptir, adaptır. Öyleyse aslına uygun düşmeyen her misil -insan yahut nesne- kısır bir döngü gibi anlamsızlaştırmıştır kendini. Asıl anlamını kaybeder ancak başka bir şeye de dönüşemez, ne yeni bir şey olabilir ne de aslında olanın bir başka mislidir artık. Fakat mevzubahis şiir gibi araçlar olduğundan, burada asıl ıslah yine kesbedici olan insan içindir. Bahsimiz dahilinde bu bağlam, şiirin ıslahının şiire cüret edenlerin ıslahıyla kaim olduğuna işaret etmekte.
Peki nedir şiiri şiir yapan şey, uysal bir uyuşuklukla alışageldiğimiz edebî sözler mi? Edebî söz nedir öyleyse; sırf gündelik hayata içkin sıradan sözlerden farklı geliyor diye eli yüzü biraz düzgün cümle kalıplarıyla ne kadar da farklı olduğumuzu ortaya koyduğumuz, ortamın normaline uydurulmuş, kafiyelerle tatlandırılmış ve derdimiz her neyse onu artistik söylediğimiz sûnî bir ahenk kaplaması mı? Eğer bu yalnızca artistik bir söz hevesiyse İmam Gazzalî(hz)den Dil Belası’nı okumalı. Zira böyle bir anlayışın hakim olduğu kabullenişte kof sözcüğü pratik karşılık bulur. Yok eğer söylenen şey gür ama nâtık kısıksa, bu işin iyi eserlerini okumak, sanatkarları inceleyip öğrenmek ve bu süreçte sıhhatli bir gelişim açısından ıslah edici eleştiriler alarak, hem okuma hem de yazma halinde talime devam edilmeli. Bunların yanı sıra şiirin yaşamakla da kayda değer bir ilişkide olduğunu unutmamak gerek. Ne yaşadığımız ve nasıl yaşadığımız..
Oysa şiir yalnızca biçim değil, yaşamaktır her şeyin enginini, su alçak yerlere aktıkça sudur. Bir yarık madem ki bir yüreğe tutunur, bendedir öyleyse kabukların en derini.
Bu sözler elbette bir şey anlatıyor, bir maksat taşıyor ve günlük konuşma ahengimizden farklı. Zaten bir metne şiir değil demek, bir şey hissederek yazılmadı yahut inanarak söylenmedi demek olmaz her zaman. Ama bunları şiir yapan ya da şiirden ayıran şey nedir? Bir de ufak bir biçim ayarlaması yapalım ve öyle inceleyelim:
Oysa şiir yalnızca biçim değil
Yaşamaktır her şeyin enginini
Su alçak yerlere aktıkça sudur
Bir yarık madem ki bir yüreğe tutunur
Bendedir öyleyse kabukların en derini
Acaba sözlerim şimdi bir şiir oldu mu? Yoksa zaten şiir miydi?
Şiir taşmaktır, ağlamak taşmaktır, kusmak taşmaktır, sövmek taşmaktır, gülmek taşmaktır, yağmur taşmaktır. Taşmanın en güzeli taşmaktaki niyet ve yerine göre olmasına bağlıdır. Gülmek güzeldir fakat kusası gelen biri bu halini gülerek atlatamaz. Aynı bunun gibi bir şeyi bir başka şekilde taşmaya çalışmak da bazen zorlama sonuçlar doğurur. Henüz hazır olunmadığından belki yeterince taşılamaz. Sonrasında ise biçim devreye girer, nasıl taşılacağı. Örneğin sövmek isteriz, “Küfür âsab-ı müsekkînedir”¹ deriz ancak sabır daha duru bir şey taşımamıza, taşmamıza vesile olabilir. Taşlar yerine oturur, sükûnet hasıl olur. Nitekim insan iyi ya da kötü daima bir şey taşır ve bir şey taşıyan elbet de taşar. Artık gerisi o taşkıdaki maharetle ilgili başka bahislerdir.
Çelimsiz yazarlar halinde içinde yüzülen bulanık suyun durulaşmasına engel olan şeylerden biri de mevcuttaki toplumsal ve indirgenmiş şiir algısının şiirin yazarları, yani ortaya “şiir” iddiasıyla metin koyan, söz sarfeden ustasız çırakların kendilerine olan hüsn-ü zannı ve çevrelerinin de onlara gösterdiği uysal müsamahanın tatlı avuntusu olsa gerek. Burada tecrübesine güvenilir ve belli başlı işleri ortaya koyabilmek nasibindeki ‘bilenler’ gerçek sanatı sergilemeli ve örnek olmalıdır, böyle bir atmosferde bulanık havayı arındırmak için işi bilenlerin bu işe karşı ıslah edici eleştirisi de ayılmamız için oldukça ehemmiyetli.
Yazımızda günümüz Türk Şiiri’nin, yaşanan şairane üslup sarhoşluğuyla şiire özenen şair adayları tarafından istenilmese de nasıl “şiirimsi”ye indirgendiğini, böylece bu işin üretici(şair-aday) ve tüketici(okur) eliyle ortak şekilde nasıl kanıksandığını ve bu sinsi sarhoşluktan nasıl ayılabileceğimizi teşhis ve tahlile çalıştık.
Güzele özenip güzel olmaya çalışmak güzeldir ancak taklit, tahkike ulaşıncaya kadar müsamaha gören bir merhaledir yalnızca. Örneğin Yunus Emre hazretlerine(K.s) özenmek güzel fakat Yunus Emre hazretleri yalnızca şiir söylediği için mi Yunus Emre olmuştur ve hatta şiir sadece şiir midir? Demek ki değildir. Kısacası her işte olduğu gibi -ölçü ile- bir bilene sormak, izini takip etmek lazım ki hem kendi seyri sülûkumuzda seyredelim hem de seyrimiz afiyetini koruyabilsin, usulsüz vusül olmaz demiş büyüklerimiz. Bu bağlamda Ayet-i Kerîme’de buyurulduğu üzere son sözümüz şöyle olursa yeridir: “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”
gürkan Pur(dedektif h.)
___
*¹ “Küfür âsâb-ı müsekkînedir” Oğuzhan Âsım Güneş’in Nedamet Vefâ sayısında da yayımlanan Meşale başlıklı eserindeki bir güzel insanın ağzından taşan söz.