148 views 12 mins 0 yorum

Yaşamak Savaş Limanına Demirlemişse

In Deneme, Düşünce
Mayıs 06, 2025

Yaşamanın hafife alınır bir tarafının olmadığını öğrendiğimiz gün akıl-baliğ oluşumuzu takdir ettiğimiz gün olabilir. Akıl-baliğ olmak yani aklın leh ve aleyhindeki şeylere dair bir mizana dönüştüğünün ikrar edildiği güne ulaşmak. Yani teklife topyekun muhatap olmak. Gerçi fıkıh geleneğimizde akıllı olmak ve bulüğa erişmek farklı şeyler olarak ele alınır. Bir insan büluğ çağına erişmiş olsa dahi akli melekeleri yerinde olmayabilir. Delilik gibi semavi arızalar onu teklife tam olarak muhatap olmaktan alıkoyar. Zimmeti -bazı ihtilaflar olsa da- yoktur bu durumda olan insanın. Zimmet kavramı hukuki tasarruflara yetkili olmak, gerek emval gerekse cürümler gibi durumlara ehil olmak anlamına gelir. Borç alıp vermek, alım satım ilişkisine girişmek gibi durumların hepsi zimmetle alakalıdır. Fıkıh usulü geleneğimizde hayli kullanışlı olan bu kavramı merkeze alarak bir insan okuması -ki bu okuma modern tipolojiyle mukayeseli bir şekilde yapılmalıdır- bize hayli çözüm yolu sunabilir.

Yaşamanın savaşmak olduğunu ikrar ettiğimizde, yaşamalarımızın bir savaş şemsiyesi haline gelerek bu şemsiyenin altında hayatımızı idrak ettiğimiz düşüncesine demirlediğimizde; hangi düşünce çeperine dahil olduğumuza dikkat etmemiz gerekebilir. Zira bu söz ilk elden sosyal darwinizmin domine ettiği bir yaşam sürecini ima eder. Güçlü olanın hayatta kalması “tabii” olarak ele alınır. Bu tabiiliğin ucu “güçlü olanın güçsüz olanı yok etmesi”ni tecviz ediverir gün sonunda. Güçlüysen haklısındır. Aslında burada haklı olmak kategorik olarak dışarıda bırakılmıştır. Reel olan hakikati bastırır. Reel-politik bu bakımdan güç sahibi olanların iktidarlarını sağlama alan bir sığınma alanıdır.

Peki gerçekten yaşamak savaşmak mıdır? Elhak hayat bir mücadeleler bütünüdür. Ancak bu mücadelelerin aktığı yerin “ne”liği ıskalanmamalıdır. Her şeyden önce mücadelenin ne için olduğunu netleştirmek gerekir. İçinde yaşanılan dünya mutlaklaştırılmakta mıdır, öte tarafa dair tasavvurlar da işin içinde midir mesela. Yaşıyorum çünkü evlatlarıma daha iyi bir hayat bırakmak istiyorum. Yaşıyorum çünkü yaşamaktan haz duyuyorum. Yaşıyorum çünkü milletime hizmet etmek istiyorum. “Yaşıyorum çünkü”ler insanın kendisine ürettiği mazeretlerdir. Mazeret üretmeliyiz çünkü anlamı çoktan kaybettik. Gerçeklikler boca edildi üstümüze ve biz dayanılmaz bir ağırlığın altında kaldık.

Hayallerimizi bir bir boşluk uzayında yitirdik. Aldığımız her yaş günü, ne kadar kutlasak da, bir pasta eşliğinde mumları söndürsek de bize bir şeylerin daha gerçekleşmediğini gösterdi. Bir kırıklıkla başbaşa kaldık. Tahayyül melekesinin celladı olması bakımından modern insan hayallerini imajinasyonla değiştiren insandır. Bilişim teknolojileri bu konuda ona hayli yardımcı olmuştur. “Kanaat etmek” yerini hırsa bırakmıştır. Elbette “hırs” modern dönemlerde ortaya çıkan bir duygu durumu / bozukluğu değildir.  Ancak burada “hırs”ın dünyanın şemsiyesi kılındığı bir hayat düzeninden bahsediyorum. Tüm baktıklarım bana hep “daha”ları işaret ediyor. Daha fazla para, daha fazla makam, daha fazla ve daha fazla. Kolektif ölümler, anında haberdar olduğum tüm “uzak ölümler” benim keyfimi bozmuyor. Kaydırarak yahut kumanda yordamıyla başka bir kanala geçerek bu haberlerin beni etkilemesinden kurtulabilirim. Kaldı ki modern anlamıyla bir şeyleri “haberleştirmek” onları kendi gerçeklik düzeylerinden soyutlayarak nesne haline getirmek manasına gelir. Haber haline gelen ileti, içindeki mesajdan soyutlanır, derisi yüzülen trajediler reytinge hazır hale getirilmek adına kompreslenir. Haber bana ulaşmıştır ulaşmasına, ancak esasında ulaşan boş bir göndergeden başkası değildir.

Yaşamak savaşmaksa kimin adına savaşmam gerektiğine dair bir idrake sahip olmalıyım. Savaşmanın manası hayatta kalmaksa canımı kimlerin neden almak istediklerine dair bir sorgulamaya girişmeliyim. Ancak bunların hiçbirisi vuku bulan suallerden değil. Yaşamanın savaşmak anlamına geldiğini söyleyenler savaş çıkartmakta, bu savaş sürecinden hem maddi anlamda hem de zihinsel olarak kârlı çıkmaktalar.

Yaşam bir muammadır belki de. Çocukluktan itibaren peşimizi bırakmayan bir muamma. Burada Alfred Adler’in “Yaşamla İlgili Sorunlar” ismiyle dilimize çevrilen kitabını hatırlayabiliriz. Bu kitap hususen çocuk yetiştirme sürecini mercek altına alır. Adler’in ilk sözü kişinin kendini bilişiyle alakalıdır. Buna dair uzakdoğudan bir hikaye de anlatır. (Uzakdoğu modern Batılılar için kaybettikleri mânânın yağmalanacağı risksiz bir mahzendir). Hikayenin tahkiyesi şu şekildedir:

“Bir tahta oymacısı bir zamanlar önce, herkes tarafından gerçek bir sanat eseri olarak kabul edilen, çok güzel bir resim yapar. Hükümdar Prens Li de övgü dolu sözler söyler. Sanatın sırrını öğrenmek ister. Oymacı şöyle cevap verir: ‘Basit bir adam ve sizin hizmetkârınız olarak sizden saklı nasıl bir sırrım olabilir ki? Ne bir sırrım vardır ne de sanatım özel bir sanattır. Fakat eserimin nasıl meydana geldiğini size anlatayım. Oyma bir resim yapmaya karar verdiğimde, içimde çok fazla kibir ve gurur olduğunu fark ettim. Bu yüzden, bu günahlardan kurtulmak için iki gün çalıştım ve onlardan kurtulduğumu sandım. Fakat sonra bir meslektaşıma duymuş olduğum kıskançlığın beni tetiklediğinin farkına vardım. Yeniden iki gün çalıştım ve kıskançlığımı aştım. Daha sonra çok fazla övgünün peşinde olduğumu fark ettim ve bu isteğimden kurtulmam tekrar iki günümü aldı. Sonunda, sürekli olarak, bu resim için ne kadar para alacağımı düşünüp durduğumu fark ettim. Bu sefer dört güne ihtiyaç duydum. Nihayet kendimi özgür ve güçlü hissetmeye başladım. Ormana gittim ve ikimizin birbirimize uygun olduğumuzu düşündüğüm bir çam ağacına denk geldiğim anda onu kestim, eve taşıdım ve çalışmaya başladım.’ ” (s.9-10)

 Adler bu hikayeyi aktardıktan sonra şu cümleleri sarfeder: “Yani bu hikayeden çıkarılacak sonuç: Önemli bir işe başlayan kimsenin kendini unutmasının doğru olacağıdır.” Peki kişi kendi nefsini unuttukda yaşamayı savaşmanın şemsiyesi kılabilir mi?

Esasen bizim tasavvuf geleneğimiz baştan aşağı kişinin kendini unutması, benliğini aşması, nefsinin yelelerini ruhunun lehine tutması gerektiğiyle alakalı öğütlerle doludur. Gerek menkıbe gerekse nazari anlatım tarzıyla tasavvuf bize bu özü baştan vermektedir. Ancak bazen yakınında olanı görmek adına uzaklara gitmek gerekir. Uzaklara çekilip bir zamanlar yanıbaşımızda olana bakmak yanıbaşımızdakinin değerini takdir etmeyi sağlayabilir. Kendini unutmak bizce kendi nefsinin ayıplarını görmek ve bu görüş vesilesiyle nefsini terbiye etmektir. İlk bakışta sana güven telkin eden kaleleri bir bir yıkmaktır. Ölmektir hasılı, ölmeden önce ölümün hakikatini idrak etmek ve  ölümü sırlamış olarak geri dönmektir.

Yıllar önce medresedeyken hadis metinleri dersinin kıymetine bir şairin hadislere dair kaleme aldığı eseri okuduktan sonra dikkat kesilebilmiştim. O güne dair yalnız bir haberdar olma vasfıyla meşgul olduğum hadis-i şerifler bir anda kendilerinden dünyanın anlamlandırılmasına yarayan şablonların damıtılmasına yarayan bir rehber dizgesine dönüşüvermişti. Şebbir el Osmani’nin başladığı, vefatı ardından halefi Taki el – Osmani’nin hitama erdirdiği “Fethü’l Mülhim, Fi Şerh-i Sahih’i Müslim” kitabını okumaya çalıştığımız o günlerde dışarıdan bir gözle medresenin duvarlarıyla muhatap olmak bu derslerin kıymetini kendi gözümde bir kat daha artırmıştı. Elbette her zaman talih bize dışarıdan bakmak fırsatını vermeyebilir, bu konuda da nasibin hamağına tevekkülle yaslanmaktan gayrı bir yol izlemek kendimizi yıpratır ancak.

Yaşamanın savaşmak olup olmadığı konusunda bu türden bir yazıyla ihtilafı sona erdirmek mümkün değildir. Ancak bu konuda bir problematik inşa etmek berrak bir idrak sahiline demirlemek bakımından bizim için hayli elverişli olabilir.

/ Published posts: 69

Nedamet'te yazar. Son Kıvılcım dergisinde editör. İlk kitabı "Modern ve Postmodern Kıskacında" 2023 yılında yayımlandı. Erzurum'la İstanbul arasında.