Hiç kimse bir diken gibi dokunamaz insana. Acıdan ziyade sızı verir. Niçin? Bir kaç güne parmağınızda ne acı ne de yara izi kalmaz da onun için. Sızı bir kez sokuldu mu kalbinize, bir daha unutturmaz kendini. Meselâ ben bu satırları elime en son batan dikenin üstünden aylar geçmişken yazıyorum, yazabiliyorum. Diken dokunmuyor aylardır ama sızısı beni bulup yokluyor arada.
Bir çift dudak, bir çift söz gibi dikenin kalbe dokunan bir tarafı var. Elinize batar ama kalbinize ulaşır. Diken dokunuşunun derinleştikçe tuhaf bir haz veren esrarı vardır. Bu hazzın hasretini veya hissiyatını tabir edecek bir cümle kuramadım şimdiye kadar. Duyduklarım arasında o hissiyatın secdesine varan şey, “derdim bana derman imiş” mısrası oldu bu vakte kadar.
Tüm bu haletiruhiyeyi yaşamak için, elinize bir diken alıp batıracak olsanız, o diken size, kalbi bir sızıyı değil bedensel bir acıyı, yani küçük bir işkenceyi reva görür. O halin sırrı evvelâ toprakla ünsiyet kurmaktan geçer. İnsan toprakla ünsiyet kurduğunda nelerle kimlerle karşılaşmaz ki? Mensubiyet sınırlarını idrak etmeye başlar:
Ben âlem içre varlık ki ne varlık!
Diken ki varlık içindeki bir varlık.
Ben ki diyarı topraktan ve sudandım,
Sen ki aynı topraktan ve yağmurdandın.
Birimiz gelirken adem soyundan,
Senin soyun ey diken! Gül dalından.
Hangi şehre gitseniz, duyacağınız ilk sorulardandır, ‘Burayı sevdiniz mi?’ sorusu.. Bu soruyu babavari sormuştu aylar önce. Şöyle cevaplamıştım: ‘Ben nereye gidersem gideyim, orada sevecek bir şey bulurum.’ İnsan bir yeri vatan bellediyse kendine, o yerin, sevmeyeceği bir diyarı yoktur. Vatanın her karışı bir nimet, nimeti sevmemekse edebe mugayir. Vatanın bir köşesini sevmemek düpedüz vatanı sevmemektir nazarımda. Şu topraklardan rızıklanıp, ‘şurayı sevmiyorum’ diyen insanların edepsiz olduğu gibi vatansız olduğuna inanıyorum. ‘Şurayı sevmiyorum’ demek en büyük ihanetlerden değil midir toprağın altındaki kefensiz yatanlara!?
İnsan! İhanete bile kazık atabilen yegâne varlık!
Soru babavari’nin dudaklarından çıkalı bir kırbaç sesi gibi zihnimin melekelerinde yankılanıyor: “Burayı çok mu sevdin!? Burayı çok mu sevdin!?” Korku, insanı bir hakikat yumağına çevirdiği gibi korkuyla beraber ümit yoksa, en hamarat yalancıya evirir.
Muammaya fırlatılmış sorular, bulma gayretinin sebebi değil arama derdinin neticesidir: Acaba sızıyı veren diken, sızlattığını biliyor mu? Kendini hatırlatan bir diken sızısı nereleri dolaştırdı, nerelere getirdi beni. İşin aslı, bir şeylere hasret duymadan yaşayamaz insan, yaşamamalı da.. Hasretsiz yaşamak istemem, yaşamak da demem buna!. Yıllar önce askerde iken şöyle başlıyordum adını ‘Hasret’ koyduğum şiire: ‘Ruhumu en çok hasret zinde tutar.’
Aylardır elime diken batmıyor, atalarımın emaneti olan vatan-ı aslîden yani baba ocağı dediklerinden uzağım. Dedelerimin sürdüğü, terinin damladığı, yorulunca sırtını dayadıkları, nasırlı elleriyle dokundukları topraklara hasretim. Şükürler olsun! Ya darül harpte olsaydım! Allah muhafaza! Bu hasretten çıkar hicrana dönüşür. Hatırlatmakta fayda var, her vatandan uzak olan hicran ehli değildir. Hicran deyince aklıma Medine’ye hicret eden, Efendimiz ve sahabeler, okuyan bilir Forsa’nın kahramanı Kara Memiş gelir hep. Bir de müminin hicrânını başlatan Yer. (mi demeli?) Hicrânın ölçüsü de çizgisi de bunlardır benim için.
Hasrete yanan hicrana tutuşur elbet. Rabb’im bizi ne hasretsiz ne hicransız bıraksın. Hasretimizi diyarla, yârla; hicranımızı cennetle şereflendirsin.
Olgun VERİM