Dilde Diriliş: Yitirilmişin Yansışım Temayüzü
Yazar mı olmak istiyoruz yoksa muharrir mi? Aydın olmak mıdır muradımız yoksa münevver olmak mı? Olmak istediğimizde filozof mu olacağız yoksa mütefekkir mi? Evvela bu kavramlar oturacak yerine. Neyin yanında durduğumuz, neyi karşımıza aldığımızı belirleyecek. Adı konacak evvela, tanımı yapılacak. Subay olmayı istemek; “İster İngiliz ordusu olsun isterse Alman, fark etmez. Yeter ki subay olayım!” demek midir? O halde ait olduğumuz şeylerin himayesinde, aidiyeti bilerek, tanıyarak ve tanımlayarak, bize ait olacak künyeler seçecek ve hak edeceğiz. Nitekim mürekkep kalemden çıktı bir kere. Yazacağız. Neyi kaybettiğimizi hatırlayacağız.
Mazi, filozofluk taslayan aydın yazarların hezimetleriyle doluyken, yanlışın ifşası muharririn boyun borcu olmuştur artık.
***
Peltek bir cemaatin imamlığını elbette en veciz peltek yapacak. Fakat dil sıhhati afiyette olan bir başka cemaat, aynı imamı imamete mazur görmeyecek. Fıkhen de bu böyledir.
***
Irkçılık, yalnızca jeneolojik bir ötekileştirme değil, bir milleti veya kendi ırkı dışındaki bütün milletleri; bütün müktesebatıyla beraber imhaya layık görme hastalığıdır. Harici etniklerle her türlü münasebeti lüzumsuz gören, kendi ırkını yüceltmek suretiyle kendini diğer milletlerden izole eden bu sapkın düşünce, bugün ateşin keşfini henüz bulamamış bazı Afrika kabilelerinden daha da ilkeldir.
Faşizmin etnolojiyle teması en çok kültür nezdinde yankı buluyor. Türkiye böylesi bir faşizme maruz kalmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki kadrolar, Türk milletinin asırlık kültür tekamülüne gayr-i meşru çocuk muamelesi yapmayı ilke edinmiş, dahası bin yıldır bu çocuğa babalık etmiş olmayı tiksinti ile karşılamış ve böylesi bir kinle menfuriyet bıçağını bilemiştir. Trajikomik olan şu ki; Doğu’ya karşı duyulan ötekileştirme ve sözde öze rücu etme ve konar-göçer Türk’ün geleneğini mevcut gelenekle takas etme arzusu son derece “Milliyetçi” bir tutum olarak deklare edilirken, öte yandan bu sözde Milliyetçiliği bir hizmet olarak gören aydınlarımız, Batı’dan bir çocuk peydahlayabilmek muradı ile Batı’yı yatak odamızda ağırlamıştır.
Dil, bir milletin hafızası ve daha fazlasıdır. Bahsi geçen faşizmin en dehşetli tecessümü burada belirir. Öyle ki 1932’de yapılan dil devrimi, Mostar Köprüsü’nün yıkılma öyküsüne benzer. 1993 yılında Hırvatların mükerrer atışlarla yıkmaya çalıştığı ama bir türlü yıkamadığı Mostar Köprüsü, nihayet bir Hırvat komutanının köprüyü ayakta tutan kilit taşını keşfetmesiyle ve kilit taşına ateş emri vermesiyle yıkılmıştı. Öyle ki sayısız darbeyle yıkılmayan köprü, kilit taşına aldığı bir tek isabetle moloz yığınına dönüşmüştü. Mostar Köprüsü kültürü imgeler. Köprünün kilit taşı ise o kültürün dilini. Dil devriminin tahribatı bu denli büyük ve yıkıcıdır. Aradan geçen 89 yıla rağmen, hala daha bu çöküşün hasarını giderebilmiş değiliz. “Netice ne oldu? Evvela, yıkılan dil ile birlikte ilim ve fikir hayatı da yıkıldı. En az yüz seneden önce bu memlekette ilmin ve İlmî tefekkürün dirilmesine imkân yoktur. Çünkü ilmin yarısı fikir, yarısı da lisandır. Fransızların dediği gibi, ‘Mükemmel bir ilim, mükemmel bir lisandır.” (Ali Fuad Başgil, Türkçe Meselesi, 1948, s.45)
Tanzimat dönemindeki mukallit aydınlar, dildeki inceliklere ve dil zevkine sahip kimselerdir. Taklit bir yetenek işidir. Tanzimat’taki taklitçiler, dile olan vukufiyetin ihsanıyla tercüme ettikleri Batı metinlerindeki anlam bütününe mukabil kavramlar ıslah edebilmişti. Hezimetlerine denk bir hizmet olarak da; arkalarında dil zevkine davet eden ve doyuran bir dizi eser bırakmışlardı. Bugünün Türkiye’sindeki mukallit aydın zümresi işte bu hasletten mahrum ve yoksundur. Şayet o dönemdeki aydınlar Batı’ya karşı bir nebze cüretkar olabilselerdi, bugün hiç değilse tedrisat kurumumuzun tabelasında Milli Eğitim Bakanlığı değil Maarif Bakanlığı yazıyor olacaktı. Nitekim eğitimin bütün bir mahlukata dönük ve muhatap oluşuyla, maarifin yalnızca insana mahsus olması arasındaki farka kelimelerle mazhar oluyoruz.
Dilin kıymetini bilmeyen bir toplumun kavram kaygısına sahip olmasını beklemek her ne kadar abes karşılansa da; “et-tekraru ahsen, velev kane yüz seksen” (tekrar etmek daha güzeldir, velev ki yüz seksen kere olsun) buyruğu gereğince tekrar ediyor ve kavramların dildeki solungaçlar olduğunu ikrar ediyoruz.
Michel Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler kitabını tercüme eden Mehmet Ali Kılıçbay, kitabın son sayfasına şöyle bir not düşer; “Bu olağanüstü güçlükteki ve derinlikteki kitabı felsefesiz, düşüncesiz ve bu yüzden de ‘dilsiz’ bir toplumun diline çevirmeye kalkışmanın en mükemmelinden bir saçmalık olduğunu biliyorum…” Mehmet Ali Kılıçbay bu cümlesiyle toplumumuza hakaret mi etmiştir? Hayır. Tutarlı ve sahici bir eleştiride bulunmuş ve hatta herhangi bir eleştiriden daha fazlasını sunmuştur.
Mehmet Ali, Batı’yı tanıyan bir isim olarak felsefenin ve düşüncenin dili beslediği tezini benimseyerek böyle bir cümleye güç yetirebilmiş. Batı için dilin inşası böyledir. Helenistik çağ, bereketli bir dilin değil isabetli kavramların çağıdır. Birkaç kavram, devasa düşüncelere kapı aralamış ve düşünceye derinlik kazandırmıştır. Mehmet Ali’ye göre dilsizlik, felsefesiz ve düşüncesiz olmanın bir neticesidir. Biraz evvel belirttiğimiz üzere, bu müşahhas bir tez değil geniş bir müşahededir. Fakat bizler bu denklemi alt üst ediyor ve; “derinleşemeyen düşünce, dilin yetersizliğinin neticesidir” diyoruz.
İnsan kelimelerle düşünüp, kavramlarla fikir inşa eder. Kadim Türkçe’nin ihdas ettiği zenginlik, kavram dizgisi olmaklığıdır. Nefret tırpanlarıyla dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimeleri ihraç etmeye koyulanlar, cahilce bir eyleme değil gayet bilinçli bir kıyıma imza atmışlardır. Zira bu iki dilden bize intikal eden kelimelere bakıldığında; Arapça kelimeleri Kuran’ı Kerimden, Farsça kelimeleri de şiirden aldığımız aşikar olacaktır.
Dil devrimine öncülük edenler, Hırvat subayından daha keskin bir bakışla; kilit taşını değil, kilit taşının kurucu iki elementini hedef aldılar. Bugün Mostar tekrar ayakta. Fakat dilimiz emekliyor.
O iki element; feyz ve estetik. .(Bu iki kavramı devam yazısında mütalaa edeceğiz.)
Dil devriminin ardından yerle yeksan olmuş edebiyatımızın sırıtkanlığı ilk önce devrim heveslisi Ziya Gökalp’in dikkatini çekmişti. Öyle ki Arapça ve Farsçadan boşalan yeri, Fransızca kelimelerle gidermeye çalışmıştı. Bu bir ekol haline gelmiş ve edebiyatımızda Farsça karşısına Fransızca, ameliyede de Arapçanın karşısına uydurulmuş Türkçe konulmuştu. Fransızcanın meta-romantizm kokusuyla şiir, uydurulmuş Türkçe’nin çağrışımsız dokusuyla da ameliye iğdiş edilmişti.
Her şeye rağmen bugünü yaşıyoruz. Meselemiz bugün ve yarın meselesidir.
Türkçe’nin derinliğine vakıf olmadan, kavram kıymetine medar olamayacağız. İster mütefekkir gözüyle bakalım isterse edebiyatçı, ister okuyucu nazarıyla mütalaa edelim isterse muharrir; dil zevkine hassasiyet kesbetmedikçe kadim edebiyatımızla ve ulvi fikirlerimizle irtibat kuramayacağız.
Bugün neredeyiz? Peltek bir cemiyetin, en natuk imamlarına tâbi haldeyiz. Bu vasatın felahı, dildeki dirilişte sırlıdır.
Dili yani hafıza ve müktesebatı, mâziyi ve âtiyi, fikri ve ikrarı, estetik ve kaygıyı, ima ve imlayı, feyz ve irfanı, idrak ve dimağı, şuur ve hareketi, sezgi ve hissi, ufku ve ideali hafife almak, bilmem neyin icabıdır, Vesselam.
Oğuzhan Âsım GÜNEŞ