
Bedri Gencer, küllî ilim anlayışına sahip bir alim olarak modern düşüncenin yasa ve teorilerle beşerî dünyayı açıklama iddiasının yetersizliğini ifade eder. Faraziye, nazariye ve kanun kavramları üzerinden modern bilimin açıklama yöntemlerini ele alırken, bu yöntemlerin insan ve toplum gerçekliğinin çok boyutlu yapısını yeterince kapsayamadığını öne sürer. Faraziye, bir problemi ön açıklama düzeyinde ele alırken; nazari teori, daha sistematik bir açıklama getirir ve “nasıl” sorusuna odaklanır. Ancak nazari teoriler de olayların “niçin” meydana geldiği gibi daha derin ve bağlamsal soruları cevaplamakta yetersiz kalırlar. Bu yüzden olan bitenler karşısında daha sistematik bir yaklaşıma ihtiyaç vardır.
Gencer, beşerî tecrübenin benzersizliği ve sonsuz çeşitliliğini vurgulayarak, her olgunun kendine özgü yapısı olduğunu ifade eder. Bu bağlamda, “tecellide tekrar yoktur” ve “hastalık yok, hasta vardır” sözleri ile her olayın veya bireyin kendi özel şartları altında değerlendirilmesi gerektiğini ima eder. Aynı şekilde, Hegel’in benzer olayların tekrar edeceği teorisine karşılık Karl Marx’ın tekrar eden büyük olayların ilkine trajedi, ikincisine ise komedi demesi gibi her olay veya olgu akışı kendine has özellikler barındırmak zorundadır. Genel teoriler veya yasalar, bu bireysel ya da toplumsal farklılıkları ihmal ettiği için insanlık dünyasının tamamını açıklayamazlar. Açıkladığı iddia edilen nazari teoriler ise birçok açıdan Avrupamerkezci yapıları gereği manipülatif yorumlardan öteye geçmez. Elbette insanın ahlakiliği hususunda evrensel kabul edilen yargılar ve uzantıları hariç.
Bu düşünceler etrafında Arthur Schopenhauer’ın George Hegel’e yönelttiği eleştiriye değinen Gencer, Hegel’in tarihe pozitivist bir yasa anlayışıyla yaklaşmasının, insanlık tecrübesinin karmaşıklığını anlamakta yetersiz kaldığını savunur. Schopenhauer’ın hermenötik yaklaşımı ise, her olayın kendi bağlamı içinde anlaşılması gerektiğini öne sürerek bu pozitivist yaklaşımı reddeder. Netice itibariyle bu düşüncesiyle Gencer, olayların doğasına işaret ederek, modern bilimin genellemelerle dünyayı açıklama iddiasının sınırlarını eleştirir ve insan tecrübesinin çok boyutlu ve özgün yapısına daha derin bir yaklaşım gerekliliğini savunur. Peki farklı bağlamların göz önünde tutulması gerektiği yaklaşımları bilimsel ilkeler haline nasıl getireceğiz?
İşte toplumsal olarak yaşanılan düşünsel problemler bu noktada ortaya çıkıyor. Kendine has özellikleriyle varlık sahası oluşturan düşünce akımları, modern bilinç tarafından tekdüze bir biçimde ele alınarak anlamsızlaştırılmaktadır. Oysa Batı felsefesinin gelişimi, daima “tez-antitez-sentez” süreciyle, ötekinin varlığı üzerinden şekillenmiştir. Ancak Cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemdeki birçok aydın ve düşünür, bu yöntemi dikkate almaksızın, Batı’nın yalnızca ortaya çıkardığı düşünsel ürünleri benimsemiş; bu da, Abdurrahman Taha’nın da belirttiği gibi, Avrupa modernizminin problemlerini evrensel çözüm reçeteleri olarak görmelerine neden olmuştur. Dolayısıyla bu reçeteler teknik olarak öteki toplumların problemlerine cevap veremezler. Çünkü farazi ve nazari olarak farklı anlam-değer dünyasının ürünleridir. Modern bilimin bu yapısal özellikleri yalnızca teorik bir düzlemde kalmaz; aynı zamanda tarih anlayışımızı da derinden etkiler.
Mesela tarih bilincine dair yapılan yorumlarda çizgisel ve döngüsel yaklaşımlar genellikle zıt kutuplar olarak ele alınır. Çizgiselliği savunan düşünürler Avrupamerkezci, ilerlemeci, modern veya kapitalist olarak görülürken; döngüselliği savunanlar genellikle Müslüman düşünürlerle özdeşleştirilir. Ancak bu iki yaklaşımı aşan yorumların varlığı, modern bilimsel yöntemlerin zorunlu kıldığı bağlam açısından yeterince fark edilmez. Bu yüzden, örneğin İbn Arabi’nin ilerlemeci tarih anlayışı gibi yaklaşımlar sıklıkla gözden kaçar. Dolayısıyla her ne kadar aleyhinde olduğumuzu zannetsek de, aslında biz de modern bilimin çemberinde yer alıyoruz. Farkındalık eyleme dönüşmediği takdirde bu çelişkilerden kurtulmak mümkün gözükmüyor.
Modern bilim anlayışı -bireyselliği ön plana çıkardığı zannedilse de- bireysellikten uzak genellemeler yapma eğilimiyle insan tecrübesini anlamakta yetersiz kalıyor hatta çarpıtıyor. Bu nedenle, bilimsel yöntemlerin çeşitlilik ve bağlamsallık ilkeleriyle yeniden ele alınması kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. En azından yaptığımız okumalar çerçevesinde bu husus göz önünde tutulmalıdır. Çünkü okurların zamanla gelişen ve değişen hassasiyetleri, düşünürlerin yeni bağlamlara sıçramasına neden olarak nitelikli çalışmaların önünü açıyor. Bedri Gencer, son zamanlarda artan popülerliği ile Abdurrahman Taha ve benzer düşünürlerin çabası işte bu değişim ve dönüşümün bir sonucu olarak görülmelidir.