205 views 9 mins 0 yorum

Muharririn Sonsuz Yolculuğu 15. Bab: İlk Önce Söz Vardı Söylencesi

In Deneme
Aralık 14, 2022

İsmet Özel, dört incilden Yuhanna’yı tercih ediyor. Bu tercih ediş, Yuhanna’nın “İlk önce söz vardı” ifadesi ile başlıyor oluşundan başka hangi gerekçeyi karşılar, bilinmez. Filhakika,“söz” dediğimiz yankı, hakiki söyleyişin epistemolojik organizasyonuyla muhkem hale dönüştüğü zaman şahikalara varıyor. Çünkü hakikat bilgisi yükselticidir ve hakikat yücelerdedir. Sözgelimi, Vahiy Muhatabı, fetret dönemi boyunca o mahzun bakışlarını göğe yöneltti. En hakiki yakarış, kuyuya düşenlerin hançeresinden yükseldi. Hakikat yücelerdeydi ama insan, toprak ile olan irtibatına ihanet dolu bir sadakat ihdas etti. Ne büsbütün toprağa, ne de bütünüyle semâya yöneldi. Şayet insan, toprak ile olan irtibatını samimiyetle sürdürebilseydi, toprak ve ölüm düalitesine vukufiyet kesbetmek suretiyle yükselecekti. İnsan için toprak, sağlamda ve güvende olma hissini karşılama elementi olmaktan öteye geçemedi. Böylece balçıktan insan, insan ve balçık kavgasından şair vücuda geldi. Hakikatın izahına, izafesine mümessil söz, mevziini terk etmedi. Şair ise İlahi yardım yasasının icabıyla tenezzül makamına erdi. Doruklara yuva çatan hakiki söz, ulaştığı irtifa ile eriştiği gök simyasında, ilham dediğimiz sırlı mefhum ile irtibatını tamamladı ve enginlere yağan şeyin adı oldu şiir. Arştan arza tenezzül serüveni’ndeki vazifesini çoğu kez bilinçsiz şekilde gerçekleştiren şair ise en muhtaç yanını, yani söz iştihasını, göğsünü gere gere, vazife telakki etti. Öyle ki ne hatip, ne kâtip, ne de bilcümle kürsü ve kalem sahibi, söz’e şair kadar sadık değil. Bu cihetle İsmet Özel, Yuhanna’yı tercih ederken de ‘Beni bir ses sahibi kıl’ derken de; aynı vazifeye işaret ediyor.

İsmet Özel bir teşebbüs, Sezai Karakoç bir tecelli, Şeyh Galib ise bir varıştı. Sezai Karakoç, hançere dehasını “Çağırma gücümü tartıyorum” ifadesiyle ispat etti. Çağırmak, bir çağrıya sahip olanların harcıdır. Şeytan günaha çağırır. Nebiler Allah’a. Şeytan vesvese ile çağırır, nebiler ise muştularla. Bir de şairin çağırışı vardır. Sezai Karakoç çağırma gücünü tartarken, çağırma ruhsatı olanların izini sürdü ve izdüşümü oldu. Bunun en büyük ispatı ise Sezai Karakoç’un “Hızırla Kırk Saat”ini okuma klavuzunun peygamber tarihi olmasıdır. Bu cihetle Karakoç, söz ile olan irtibatını ‘haber taşımak, haberdar etmek, haber vermek’ suretiyle sürdürmüştü. O bir Sühan-ı Sadıka. Sözün hangi huruf dizilimi ile vücuda geldiğinin hiçbir anlam ifade etmeyişinin en büyük delili. O, ‘Tanrı’ derken de en içli şekilde ‘Allah’ diyenlerden daha büyük bir samimiyet kattı zikrine. Söz ve lafız ayrımını bilmek bu olsa gerek. Nitekim lafzın etimolojik serüvenine baktığımız zaman, ‘atmak’ mânâsını karşıladığını görürüz. Söz ise tekellümdür, eylemektir.

Tarkovski, “Söze karşı herbirimiz suçluyuz” diyor. Kimimiz sarf ederken, geriye kalanlarımız ise kayıtsız kalarak icra ediyoruz bu cürmü. Bundandır ki Karakoç, “Çevre benim söylediklerimi kaydeder/Ama kaydetmez kendisine söz söylediğimin sözlerini”diyor. Karakoç bir tecelli. Hakiki söz sahiplerinin ravisi olarak tecelli ediyor ve aynı şiirin devamında şunları kaydediyor; “Taşların kalp atışlarını duyanlar/Yalnız onlar okur benim söylediklerimi.”

Türk’ün edebiyatındaki en müstesna yere sahip olan Hüsn ü Aşk‘ın müellifi olan Şeyh Galib, sözün pahasına erenlerin sultanı. Tasavvur hakimiyetini ve muhayyel kuvveti aradan çıkarmak suretiyle vücuda getirdiği Hüsn ü Aşk, yalnız Türk Edebiyatı’nın değil, bütün bir dünya edebiyatının üzerinde. Sözün altı lafız, üstü kavram. Kavram, yani sözün hakikati. Edebiyat ve bütün bir insanlık, Hüsn ü Aşk’tan başka hiçbir kitaba tefavuk etmiş değildir ki büsbütün kavramlarla örülmüş olsun. Şayet bir Havas Edebiyatı olsaydı, Hüsn ü Aşk’tan başka hiçbir kitap oraya alınmazdı. Mevlana Hazret’in Mesnevi’si etinden ve kemiğinden sıyrıldı, ruh oldu ve ruhu kaldı, neden sonra Hüsn ü Aşk olarak tecelli etti.

Hüsn maşuk, Aşk ise aşık. Leyla ile Mecnun değil, Hüsn ve Aşk. Nitekim Aşk, ilk önce ismi çıkarır aradan. Çünkü isim, cismin alametidir. Aşk bir yokluk hali. Kabul etmiyor cismi. Dahası Aşk’ın lalası Gayret. Aşık kişinin payına gayret düşüyor madem, fâş edelim sırrı ve Hüsn’ün dadısına bakalım. Hüsn’ün dadısı İsmet. İsmet, yani günahtan beri olmak. Maşuk, kahreder, zulmeden, zelil eder ve fakat, aşık, maşukta görmez günah. Her anlatıda olduğu gibi Hüsn ü Aşk’ta da bir kahraman var. O kahraman ise Sühan. Sühan, yani söz. Defalarca yardımına koşuyor Aşk’ın. Zatü’s Süver’den kurtarıyor ve iletiyor mutlak kurtuluşa. Böylesi kim ermiş söz‘ün sırrına?

Bütün bunları bir lokomotif edasınca sıraladığımız zaman, “İlk önce söz vardı” söylencesinin itibara layık bir deyiş olduğuna kanaat getiriyoruz. Nitekim Yuhanna şöyle devam ediyor; “Söz Tanrı’yla birikte idi ve söz Tanrı’ydı. İlk önce söz, Tanrı ile birlikteydi. Her şey onun aracılığı ile var oldu. Var olan hiçbir şey onsuz olmadı.”

Söz, Tanrı’ydı.” ifadesindeki içsel telmih, “Her şey onun aracılığı ile var oldu” cümlesindeki “aracılık” vazifesiyle arınıyor. Hakiki söz’ün Yaratıcı’dan bağımsız olamayacağına işaret eden bu söyleyiş, ihtiva ettiği mânâ itibariyle haktır. Gelgelelim, “İlklik” bahsini söz işçileri mahfilinden çıkarıp bir bütüne yaydığımız vakit, “İlk önce söz vardı” söylencesi sakıt kalıyor. Nitekim Elisabeth de Fontenay, Hayvanların Sessizliği isimli kitabında Diderot’tan referansla şunları aktarır; “Kardinal Polignal, karşılaştığı bir maymuna, ‘Konuş seni vaftiz edeyim’ der. Öyle ki birkaç asır öncesine kadar kilisenin en büyük endişelerinden biri de; “Dilsizlerin kilisede kutsanması caiz midir?” sorusuydu. Kısaca bu anlayışta söz’ün araz oluşunu reddedip, onu cevher görmek yanılgısının tahakkuku vardır.

Oğuzhan Âsım GÜNEŞ

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.