176 views 8 mins 0 yorum

Zaman Damgasıyla Yüzleşmek

In Deneme
Eylül 23, 2024

Zaman ele avuca sığmaz vasfıyla içinde olduğumuz, içinde olarak dünyayla bir irtibat kurduğumuz fânus. Bu fânus, kendisini aşmak için bize kendiliğinden bir yol açmıyor. İçindeyiz dâima ve kaçamıyoruz bu kıskaçtan. Hoş Batı düşüncesinde, Hristiyan bir çeperden Aziz Augustinus ve Yunan aklıyla Aristo’nun bu mesele üzerine kafa yorduğunu biliyoruz. İslâm düşüncesinde ise bu meseleyi filozoflar kadar mutasavvıfların da ele aldığını görüyoruz. Bu noktada İbn’ül Arâbi hazretlerinin zaman kozmolojisi ilginç okumalarla karşılaştırabilir bizi. 

Zamanımızı mikro ve makro olarak tanımak meselesi başa alınması gereken mesaildendir. Modern, postmodern ya da geçmodern olan kendini bu kadar dayatıyorken, zamanımızın adını koyamamak bizi minderin dışına sürükleyecektir. 

Adına bir indirgeme marifetiyle modernlik dediğimiz şey mekanik olanın ağır basmasıdır biraz da. Mekanik olan diyince bir sürü ideoloji seriliyor masamıza: Pozitivizm, materyalizm, sosyal darwinizm vesaire. Bunlar bilim usturlabıyla meseleleleri kavramaktan siyasi ideal olarak varlığını korumaya, sonuncusu itibariyle de bilimsel olanı kaosun meşrulaştırılmasında kullanmaya değin farklı alanlarda parıldıyorlar. İnsanoğlunun yapıp ettiği kötülüklerin “kötü” çemberinden kurtarılmasına hizmet etmesi bakımından hayli başarılı oldukları su götürmez bir gerçek olarak çıkıyor karşımıza. 

Zamanımızın adını ne koyarsak koyalım mekanize bir işleyişle karşı karşıyayız. Mekanik olan fıtri olanın karşısında olur tabiatı itibariyle. Daha doğrusu fıtri olanın zıddı istikametinde kullanılması ve anlamını bulması çok daha kolay olur. Elbette burada mesele ilkeler meselesidir. İlkeler sabit / muhkem ve akışkansa çünki, bu ilkelere sahip insanların oluşturduğu şemsiyeler de muhkem olur. Muhkemlikten maksat egemenlik değildir. Egemenlik meselesi Carl Schmitt perspektifinde okunulduğunda modern devlet mitinin nasıl bir süreçten geçerek “tanrı” makamına oturduğu kolayca farkedilebilir. Ancak her kavramın kendi alanını aşarak bir karnavala kurban edildiği günümüzde, egemenlik de bundan kendini kurtarabilir mi meçhul bir meseledir. “Egemen” de nihai kertede kendi zamanını yaymakla meşgul değil midir? 

Zamanı kritik etme niyetimiz, sesleri ve karşı sesleri kestiremeyişimiz dolayısıyla kolaylıkla boşluğa ısmarlanmakta. Nitekim gürültünün gittikçe hâkim olduğu bir dünya tarihi içinden geçtik / geçmekteyiz hâlâ. Gürültü hakikat ve karşı – hakikati kolayca bastırır. Onun işlevi bir tesviye damgasıdır. Anlamla yaşayan ve yaşamalarını yayan insan, işitemediği ve idrak edemediği bir dünyada aylaklığa mahkumdur. İletişim ses dalgalarıyla karşı tarafa iletilen ve kelimeler kıyafetini giyerek anlama bürünen bir eylemdir. Gürültü bir sestir ses olmasına, diğer yandan tüm anlama içkin sesleri devirir. Aylaklık nereye gittiğini bilmeden yürümektir. Aylağın saati mevcut değildir. Ne zaman nereye gideceği meçhul bir gelecekte asılı durmakta, hâkim zaman onu kolaylıkla içine alabilmektedir. Turistik bir gezi dahî aylaklıktan yeğdir. 

Turist, yabancı bir mekânda kendi için nesneleştirecek eşyalar arar. Yabancılık bu yolculukta bir zevk haline getirilir. Korkulan öteki müzeleştirilerek bir yere yerleştirilir. Kamera bu açıdan yabancılaşmayı tasnife yardım eden bir alete dönüşür. Bu da bir amaca matuftur gün sonunda. Aylaklık ise kararsızlık damgasıyla maluldür. Burada turist – seyyah ve gezgin tasnifinin ayrıntılarına girmek niyetinde değilim. Ama zaman meselesini de göz önünde bulundurarak, insanın dünya hayatının bir yürüyüşten ibaret olduğunu bilelim. 

Zamanı ele alıyorum. Ama ele aldığım şeyin içinden çıkarak, kuşbakışı bir şekilde bunu gerçekleştiremiyorum. Hemen bu noktada aklıma Tanpınar’ın meşhur “Bursa’da Zaman” şiiri geliyor. 

“Ne içindeyim zamanın 

Ne de büsbütün dışında

Yekpare geniş bir ânın 

Parçalanmaz akışında” 

Esasen Tanpınar burada Tasavvufi bir daireden dile getiriyor merâmını. Zamanın o ancak “oluşa katılarak” idrak ve ihsas edilebilen yapısını anlatıyor. Bu, içinden çıkması zor problemi aşmak zihni bir kavrayış kadar ameli bir alanı da içermekte.

Zaman meselesi felsefi metinlerde, özellikle Hegel sonrası olmak üzere “zamanın ruhu” bağlamında yerini buldu. Hegel bir yandan Batı düşüncesinin meşruiyet krizini tarih tasnifiyle çözmüş diğer yandan ibrenin ucunu devlete kaydırmıştı. Zamanın ruhu zamana giydirilmek istenen kıyafetin meşrulaştırılması üzerine kurulmuştu artık. Tarih felsefesi tarihin dışına atılması gereken milletlerin ihracının felsefesi olmuştu adeta. 

On dokuzuncu yüzyıldan itibaren hızlanan zaman, içinde taşıdığı hadiselerin olağanüstü oluşuna nisbetle bir kırılma da yaşadı. Krizler çağı ardısıra bir sükûneti getirmiş değil henüz. Zamanı damgalayanlar, düzenin otoritesi konumunda bulunanlar. Otorite meselesi ise Müslümanlar tarafından enine boyuna ele alınmak mecburiyetinde. Bu, son çeyrek asır itibariyle mikro planda Türkiye’de muhafazakarlığın serencamını da kapsayacak şekilde bir kritik süreci anlamına geliyor. 

Dürüstçe, bir sonraki neslin de hayrına olabilecek şekilde gerçekleşmesi gereken bu süreç acı olacağı kadar keskin de olmak mecburiyetinde. Diğer yandan otorite denilince hemen aklımıza düşen Hilafetin, simgesel gücü, akaid ve fıkıh metinlerindeki bağlamı, modern yönetim biçimiyle köken ve işleyiş bakımından farklılıkları gibi hususlar ilmi bir şekilde incelenmeli ve bir konsensüse ulaşılmalıdır. İslâmi ilimlerin belkemiği olan “icmâ” güncel problemlerimizi kritikte de lügat anlamı itibariyle yardımımıza koşmalıdır. Denizler durulmaz dalgalanmadan, durgun suda hâkim olamayansa, kurtulamayacaktır asla mahkûmluktan. 

Fatih TEKİN

/ Published posts: 64

Nedamet'te yazar. Son Kıvılcım dergisinde editör. İlk kitabı "Modern ve Postmodern Kıskacında" 2023 yılında yayımlandı. Erzurum'la İstanbul arasında.