175 views 17 mins 0 yorum

İki Oda Bir Mezar

In Öykü
Şubat 04, 2025

İki Oda Bir Mezar
İki artı bir. Odanın birinde ben varım, bana ait olan nesneler var. Diğer odadan bana ait olmayan ama bir şekilde benimle bağlantısı olan şeyler var. Salon cin sığmayacak kadar dar. Eşik soğuk. Duvarlar beton. İçerideki hava ağır. Pencereyi açsam soğuk içeri dolacak. Dışarıya çıksam meydanda oturanların meraklı bakışları sosyal anksiyetemi azdıracak. Salondaki eski saatin sesi sinirimi bozuyor. Atmak istiyorum. Atarsam giderken bıraktığı anıların büyüklüğü beni daha da daraltacak. Salon, belki de bu yüzden dar geliyor. İçinde barındırdığı anılar büyüyünce kendi içinde yer açıyor, bana yer bırakmıyor. Duvarlar hissiz. Vuruyorum tepki yok. Eski saatin dışında bir ses duymayı, belki de bir hisse kapılmayı bekliyorum. Ama duvarlar konuşmaz. Soğuk eşikler ısınmaz. Dar salonlar genişlemez. Oturup ağlıyorum. Dışarda hızlanan rüzgâr pencerenin deliğinden sızıyor. Perdeler hafifçe kıpırdıyor, ama içerideki hava aynı. Ağır ve durgun. Arkama dönüyorum. Oradan oraya seğirtiyorum. Benimle bağlantısı olan şeylerin bulunduğu odadayım. Bir sandık var köşede tozlanmış. Üstüne dokunduğumda parmaklarımın ucunda ince bir tabaka kalıyor. İçini açmalıyım mı, bilmiyorum. Açıyorum. İçinde sararmış kağıtlar, solmuş bir atkı, siyah beyaz bir fotoğraf ve bir anahtar. Anahtarı alıyorum. Unuttuğum bir kapı daha olmalı. Ellerim titriyor. Bir adım atıyorum, sonra bir adım daha. Evet orada bir kapı daha var daha önce hiç girmediğim bir kapı. Anahtarı çevirmemle kendimi içerde buluyorum. Hiç pencere yok, havadar değil, karanlık. Bir anda bir anı, bir his, bir sıcaklık geliyor. Ama hemen kayboluyor. Nefes alamıyorum. Üzerim toprakla kapanıyor. Tepemdeki kökler her yerimi kaplıyor bir yılan gibi sarıyor bedenimi.


Ayrılık Çeşmesi’nde İki Deri Peyniri
Ayrılık Çeşmesi durağında, tünel yarasaları uzun ve yayılmış parmaklarıyla seyir zevki olmayan manevralar yaparken iki deri peyniri bir kenarda kıyasıya tartışıyordu. Biri, koyu kahverengi, yaşlı ve çatlaklarla bezeli, diğeri ise altın sarısına çalan genç ve pürüzsüz… “Sen!” diye bağırdı yaşlı olan, sesi hışırtılı bir parşömeni andırıyordu. ‘’Sen daha olmamışsın’’. Yarasalar bu öfkeli tartışmayı seyredip sinsice gülümsedi. Uzaktan gelen Marmaray’ın homurtusunu, ‘’Gebze bu taraf mı’’ diye soran bir yabancının sesi bastırdı. Marmaray’ın gitmesiyle karanlık, gözlerini esrarlı bir şekilde açıp kapatan kocaman bir baykuş gibi, ortamdaki ışığın zayıf damarlarını kemiriyordu. Tekrar ‘’Sen daha olmamışsın’’ dedi ‘’ ‘’Olgunlaşmamış bir cesaretle karşıma dikilme, kokun yok, tadın zevksiz, gölgen bile derin değil.” Genç deri peyniri çuval giymiş çocuk gibi iki adım hopladı sesi titredi: “Ben henüz tamamlanmadım. Evet, zamanın bıçakları henüz beni oymadı belki. Ama geçmişin tutsak imgeleminden ibaret olmadığımın farkındayım.’’ Oradan oraya koşturan insanların gözbebekleri, rüya gören yıldızlar gibi aşağı sarkmıştı. O sırada tünelin derinlerinden gelen bir homurtu duyuldu. Bu defa gelen Marmaray değil uykusundan uyanan devdi. Devden sadece kör yarasalar ve iki deri peyniri korkmamıştı. Dev, peynirlere doğru bakarak ‘’Gebze bu taraf mı’’ diye sordu. Deri peynirleri aynı ağızdan ‘’Bizde bilmiyoruz buranın yabancısıyız’’ dediler. İki deri peyniri tartışmaya devam etti. Yaşlı olan, derin çatlaklarının arasından sızan küf kokusuyla genç olanın üzerine eğildi. “Yol bilmemek, var olamamaktan farklıdır. Sen kendini tamamlanmamış sayıyorsun, oysa eksik olan sadece bilgin değil, ruhun da.” Genç deri peyniri bir an duraksadı. Üzerindeki altın sarısı parıltılar, tünelin zayıf ışığında solgunlaştı. “Peki, tamamlanmak ne demek? Sen mi söyleyeceksin bana? Kendini geçmişin köklerine zincirlemiş biri mi?” diye çıkıştı. Bu sırada dev, sabırsızca topuklarını yere vurmaya başladı. Tünel hafifçe sarsıldı, raylar titredi. Kör yarasalar panikle duvarlara çarptı, sessiz kahkahaları bu kez cılız bir çığlığa dönüştü. Dev, bir adım daha yaklaşıp başını eğdi. Gölgeler devin siluetiyle genişledi, uzadı, sarsıldı. ‘’Siz nesiniz?’’ diye sordu. Deri peynirleri birbirlerine baktılar. Genç olan içini çekip “Belki de sadece unutulmuş şeyleriz,” dedi. “Eskiden kıymetli olan, eskidikçe kıymetli olan ama eskisi kadar kıymetli olmayan şeyler…” Yaşlı deri peyniri hafifçe geriledi. “Olabilir… Ama unutulmuş olsak bile kaybolmuş değiliz.’’ O sırada uzaklardan tekrar Marmaray’ın sesi duyuldu. Hafif bir rüzgar tüneli yalayıp geçti. Dev bir an sessiz kaldı, sonra başını iki yana salladı. “Burası ilginç bir yer,” diye mırıldandı ve gürültülü adımlarla uzaklaştı. Genç deri peyniri, devin uzaklaşmasını izlerken derin bir nefes aldı. Gözleri bir an tünelin tavanında asılı duran yarasalara kaydı. Onlar, devin varlığına aldırış etmeksizin, gölgelerle oynaşmaya devam ediyordu. Yaşlı deri peyniri sinirlendikçe etrafa daha fazla küf kokusu yayılıyordu. “Unutulmuş olmakla kaybolmuş olmak arasındaki çizgi incedir,” dedi yaşlı deri peyniri ağır bir sesle. “Ben ne olduğumu unutmadan var olabilirim. Ama sen daha yolun başındasın. Ne olduğunu hatırlayacak bir geçmişe bile sahip değilsin’’ Genç deri peyniri bitkin hissetse de cevap verdi: “Senin küf kokulu bilgelik dediğin şey, geçmişin rutubetinde oluştu. Sen zamanın izlerini taşıyan basit bir tanıksın ben ise zamana meydan okuyanım.’’ Tünelin duvarlarından yankılanan bu sözler, yüzyıllık uykusuna yeniden yatan devin horlamalarına karıştı. İnsan kalabalığı, birbirlerine çarpa çarpa akmaya devam ediyordu. Yarasalar, duvarlara tırmanıp gölgelerin içinde kayboldular. Tam o sırada, Marmaray’ın uzaktan gelen gürültüsü bir kez daha duyuldu. Marmaray, istasyona yanaştığında güçlü bir rüzgar esti. İnsanlar vagonlara doluşurken iki deri peyniri, tünelin loş ışığında bir süre daha birbirlerine baktılar. Sonra, ağır adımlarla farklı yönlere doğru yürümeye başladılar.


Yorgunluğun Kronik Yolculuğu
İş çıkışı uzun ve yorucu bir günün ardından otobüse bindiğinde, her zamanki gibi başını cama yasladı. Günün ağırlığı, dalda kalmaya mecali kalmamış ama kopmaya da gücü yetmeyen bir meyve gibi sarkıyordu ruhunun ucunda. Göz kapakları ağırlaşıyor, yorgunluğu iliklerine kadar hissediyordu. Cama değen başı, her sarsıntıda hafifçe vuruyor, titreşen camda ince bir çatlak beliriyordu. Yorgunluk bu çatlaktan süzülerek kaçtı. Binlerce masal yılı geriye gitti ve Malefiz’in asasına girerek uyuyan güzeli uyuttu. Oradan binlerce gerçek yılı ileriye gitti Mars şoförü Mehmet amcanın gözüne girerek ölümcül bir kazaya sebep oldu. Yorgunluk her yolcu gibi en yüksek hedefe varmaya niyetlenmişti. Nihayet Kaf Dağı’nın zirvesine ulaşıp Zümrüdüanka’nın kanatlarına kondu, ardından bir Anka tüyüne dönüşerek son yüzyılın en büyük hattatının kalemine eklendi. O kalem, kadim bir tılsımı yazarken mürekkebin içinde kayboldu. Mürekkebin içinde kaybolan yorgunluk, harflerin kıvrımlarında dolaşarak kelimelere sindi. Artık kimse eskisi gibi uzun cümleler kuramıyordu. Yorulmamak için az ve öz konuşmaya başladılar. Kelimelerin neden olduğu yorgunluk insanları selamlaşırken tek heceli sesler çıkarmaya, düşüncelerini gözleriyle anlatmaya kadar götürdü. Kitaplar inceldi, siyasetçiler işsiz kaldı, şairler sadece bir kelimeyle şiir yazmanın ustalığını tartışır oldu. En sonunda, diller bile unutulmaya yüz tuttu; iletişim, sessiz bir anlaşmaya dönüştü. Aradan yıllar geçip kronik yorgunluk sendromunun tedavisi bulunduğunda yorgunluk, özgür kalmıştı. Ama nereye gittiğini kimse bilmiyordu. Belki yeni bir cama, yeni bir yolcuya… Belki de başka bir hikâyeye.


Kara Maden
Gece, ışıl ışıl parlayan bir mücevheri andıran şehri yüksek bir tepeden seyrederken geçmiş günleri hatırlıyorlar. İlerde hatırlamayı isteyecekleri günleri seçebilseler ne güzel olurdu. Hatırlananlar, unutulmadan önce garip değişimlere yol açsaydı. Gülümsemelere sebep olan anılar, gözlerin önünden geçerken sürüngenler ayaklansa, kayalar yosunlarından ayrılsa, şehrin sönmeyen ışıkları ipteki cambazın gözünü alacak kadar parlasaydı. Sızı bırakan anılar ağır bir sis gibi çökerken, telaşlı insanlar birbirlerine çarparken, köpek kısa saçlı sosyalist kadınının elinden kurtulurken, mikrofon makyavelist siyasinin elinden düşerken, savaşırken çocuklar altı köşeli kahpenin kuşunu ile, nağme ayrılırken makamsız müezzinin dilinden, koparken kıyamet, sızı bırakan anılar, hafif bir sis gibi dağılsaydı. İçlerinde yankılananlar içlerde yankılanmaya devam ederken aşağıda hayat her zamanki telaşıyla akmaya devam ediyor. Sokak lambalarının ayrıntılarında gölgeler uzayıp kısalıyor, kaldırımları adımlayan insanların yüzlerinde anlık özgürlükler aydınlanıp kayboluyor. Kafelerde masalara eğilmiş insanlar, dumanlı havada kaybolan diğer insanlara hikâyelerini anlatıyor. Anlardan geçerlerken kısa bir an duraksıyorlar, sonra kendi yoluna devam ediyor herkes. Uzaklarda efendim çok uzaklar da karamsar düşüncelere dalıyor bazıları. Öldürdükleri düşmanlarının elbiselerini giydikleri için dostları tarafından düşman sanılıp öldürülüyor bazıları. Pencerelerine konan peri kızlarını yemliyor bazıları. Bu Rap Muharebe dinliyor bazıları. Candide ve İyimserlik Üzerine’yi okurken Eldorado şehrinin neden hiç kuşatılmadığına şaşırıyor bazıları. Etrafını uçurumlarla çevrelersen kuşatılmazsın. Etrafını uçurumlarla çevreliyor bazıları. Bazıları ise sadece tepelere çıkıp seyrediyorlar. Işıkları sönünce kara bir madenden farkı kalmayacak şehri.


Lisebirdeki Oğlan
Durmuş lise birde tarih öğretmeniyle bir mesele yüzünden tartışmıştı. Hocanın anlattıklarında bir kaypaklık olduğunu düşünüyor, okumalarından hareketle cevaplar veriyor ancak verdiği cevaplar heyecanına yenik düşüyor ve zihninde cümleleri istediği gibi toparlayamıyordu. Bundan yaklaşık beş yüz küsur sene evvel Savaşçı Thomas da benzer bir mücadeleyi veriyordu. Thomas, 16. yüzyılın engizisyon İspanyasında ülkesini ve Kraliçeyi engisizyoncu rahibin sultasından ve ölüm tehdidinden kurtarmak için maya işaretlerinden yararlanarak İncil’deki ağaç metaforlarının gölgesinde hayat iksirini bulmaya çalışıyordu. Durmuş da Savaşçı Thomas gibi mantık hatalarını ve ideolojik yalanları yok etmek için tarih iksiri bulmaya çalışıyordu. Durmuş’un mücadelesi, tok bir yankı gibi sınıfın içinde sürüyordu. Öğretmenin otoritesi karşısında Durmuş’un itirazlarını soğuk bir tebessümle karşılanıyordu sınıfta. Ancak Durmuş, geri adım atmak istemiyordu. Sözcükleri birbirine karışsa da aklındaki düşünceler berraktı. Kendinden emindi. Dedelerinin geçmişini birkaç partizanın oyuncağı etmeyecekti. Savaşçı Thomas da benzer bir açmazın içindeydi. İspanyol Engizisyonu’nun katı kurallarına boyun eğmek yerine, eski metinlerin ışığında batıl bir mücadelenin içinde de olsa gerçeği arıyordu. Maya işaretleri, kutsal kitaplardan ilham alan şifreli bir bilmece sunuyor, ağaç metaforları Thomas’a yol gösteriyordu. Bilginin saklı olduğu kökleri takip ederek, yalnızca kraliçesini ve ülkesini kurtarmakla kalmayacak, aynı zamanda tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş her ne var ise açığa çıkaracaktı. Durmuş, derin bir nefes aldı. Bu nefes alıştaki cesaret, Savaşçı Thomas’ı bile saygı duruşuna geçirirdi. Öğretmenin gözlerinin içine baktı. “Ama hocam,” dedi, sesi bu kez daha net çıkıyordu, “eğer her şey sizin anlattığınız gibiyse, neden hâlâ bazı soruların cevabını arıyoruz?

Ö. Talha Kavas

Görsel: DALL·E 2025-02-04 15.10.30

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.