
Eskiden dervişler, bir terbiye metodu olarak üzerlerindeki keşkül ile sokaklarda gezinir, dilencilik yaparlardı. Hindistan cevizi kabuğundan, sert ağaçlardan veya seramiklerden yapılan bu küçük kap, iki ucundan zincirle bağlanır, omza asılırdı. Üzerinde işlemeler, semboller ve sözler bulunurdu. Bu zahiren bir dilenme kabı gibiydi. Ancak hakikatte dervişin, halktan değil Hakk’tan talep ettiğini temsil ederdi. Çünkü derviş, kimden ne alırsa alsın, aslında onu Allah’tan bilir ve manevi derinlik elde etmek için bir aracı olarak kabul ederdi. Keşkül ile gezen dervişin gözleri fani olanı değil, Bâki olanı görürdü.
Modern zamanların insanı ise görünürde keşkül taşımaz. Fakat içindeki boşluk, eski dervişlerin keşkülünden çok da farklı değildir. Günümüz insanı artık keşkül yerine kaygılarını, yetersizlik duygusunu, anlam arayışını sırtına yüklemiş, görünmeyen bir bohçayı taşımaktadır. Gönlündeki boşluk ise daha derin, daha karmaşık bir dilenme halidir. Birçok şeye sahip olarak doymaya çalışan, başarıyla, statüyle, teknolojiyle, imajla var olmaya çalışan bu insan, özünde bir keşkül sahibidir ama neye aç olduğunu bile bilmez haldedir.
Derviş, keşkülünü üzerinden ayırmaz, ne aradığını bilerek hareket eder. Modern insan ise kalbinin varlığını unutmuştur. O yüzden ne kadar konuşsa da anlaşılamaz, ne kadar koşsa da yetişemez, ne kadar kazansa da yetinemez. Çünkü boşluğu dolduran şey para değil, anlamdır. Statü değil, hikmettir. Görünürlük değil, hakikate erişme arzusudur. Modern insan tam da bu yüzden yorgundur. Çoğu zaman başarının zirvesinde kendini en yalnız hissetmesinin, kalabalıklar içinde boğulmasının sebebi budur: Keşkülü vardır ama onu dolduracak adresi kaybetmiştir.
Belki de yapılması gereken, hayat yolculuğunda uğranılması gereken durakları yeniden düşünmektir. Varlık sebebini tekrar fark etmek ve onu nerede arayacağı adresi bilmektir. Belki nefsi terbiye etmek için artık sokaklarda el açmıyor ama bir insan gözlerinin içine bakıldığında “beni gör” diye dilenmiyor mu? Eski dervişler gibi kapı kapı dolaşılmaz ama bir kelime, bir tebessüm, bir dost eliyle “var mıyım, bir kıymetim var mı” diye sorarak insan kendini yeniden inşa etmenin kaygısını taşımıyor mu? Üzerimizde, hem geçmiş zaman dervişlerinin nefis terbiyesi için taşıdığı bir araç hem de modern insanın anlam arayışını yüklenmiş sembolik bir keşkül taşıdığımızı hayal edelim. Onu, en zorlu anlarımızda yönümüzü tayin eden bir pusula gibi düşünelim. Peki, bu keşkülün içinde ne görmek isterdik?
Hayatta kalma mücadelesinde insanın yanında taşıyabileceği azık çoktur aslında. Her neyle meşgulsek, ona dair fayda sağlayabilecek türlü unsurlar keşkülümüzde yer bulabilir. Ve her okur, bir parça derviştir aslında. Satırların izini sürerken, her kelimede bir hikmet, her hikâyede bir yoldaş bulur. Keşkülünü doldurdukça içini arındırır, fazlalıklardan kurtulur ve geriye yalnızca hakikat kalır. Bir dervişin keşkülünde ne varsa, bir okurun keşkülünde de o vardır: Hikâye, mana, sır ve yol. Bizim keşkülümüzse satırlardan yapılmış, içi ise kıssa, menkıbe, remiz ve rüya ile dolu.
Her dervişin yolu çölden geçer; ama her yolcuya bir kervansaray nasip olmaz. O gece çölde yürüyen dervişin yolu da bir aynalı kervansaraya düştü. İçeri girdiğinde gördüğü her şey kendi suretinden ibaretti. Kendi yüzü, kendi bakışı, kendi gölgesi… O kadar çok suret vardı ki, sonunda hangisinin kendisi olduğuna karar veremedi. Tıpkı bugün bir metnin karşısına oturan bizler gibi. Her cümlede kendi düşüncemizi, kendi zaafımızı, kendi hevesimizi görürüz önce. Her kitap, bir aynadır, gösterdiği hakikat değil, bizim önyargılarımız ve vehimlerimizdir çoğu kez. Ama o derviş gibi bir an olur: Göz, kendinden sıkılır. Yüz, kendi suretinden usanır. İşte o an açılır kapı. Çünkü hakikatin ilk adımı, aynaların kırılmasıdır.
İbrahim Orhun Kaplan