İçinde Türklerin ve gayrimüslimlerin bulunduğu bir topluluk bir adada mahsur kalır. Yiyecekleri azalmaya başladığı için ava çıkmaya karar verirler. Türk (ترك) avcılar bir yana, gayrimüslim avcılar diğer yana avlanmaya gider. Bir süre sonra gayrimüslim avcılar bir geyikle domuzun aynı yerde uyuduğunu görür. Avcılardan birisi yayını gerip geyiğe nişan alır. Tam geyiği vuracakken, avcıların yol göstericisi, avcılara mani olup, domuza nişan almalarını söyler. Avcılar geyik etinin daha lezzetli olduğunu söyleyerek itiraz etse de bilgenin kararı kesindir. Niçin böyle emrettiğini soran avcılara, bir gün sebebini anlayacaklarını, bunu şimdilik bir sır olarak saklamalarını öğütler. Akşama doğru Türk avcılar elleri boş çadırlara dönerken, gayrimüslim avcılar domuz leşiyle çadırlara döner. Her seferinde gayrimüslim avcılar domuzla çadırlara dönmeye devam eder. Gün geçtikçe, Türkler (ترك) zayıflamaya, güçlerini kaybetmeye başlar. Gayrimüslimlerin güçlü kalışından etkilenen bir kısım Türk (تورك), gayrimüslimlerle birlikte domuz yemeye, bir kısım Türk (تورك) ise güçlerini korumak gerektiğine karar verip domuz avına başlar. Aradan zaman geçer. Türkleri ve gayrimüslimleri kurtarmak için adaya iki gemi gelir. Gayrimüslimlerle, gönüllüce domuz yemeye başlayan Türkler (تورك) bir gemiye biner, gayrimüslim bilgenin planını anlayan Türklerle (تورك) açlığa sabreden Türkler (ترك) diğer gemiye biner. Memleketlerine döndüklerinde çareyi domuz yemekte bulan Türkler (تورك) adada güçlerini korudukları için aşiretlerindeki reislik rütbesini de ele geçirir. Fakat artık domuz yemeyi de bırakamazlar…
Kıyamete kadar sürecek bir ayrışmanın izlerini taşıyan anlatımız, burada bitmese de benim için burada son buluyor. Sonunun dünya yurdunda nasıl sonuçlanacağını benim de bilmediğim bu hikâyeyi, demir dağları eritecek cinsten bir sonuç ya da trajediyle de bitirebilirdim. Fakat anlatının geldiği nokta itibariyle zihnimde canlanan iki kelimeyi paylaşmak, belki bir fikir sunabilir: Aldanmak ve aldatmak.
İnsan öyle aceleci ki! Hep sonu, sonucu görmek istiyor. İnsanı ulaşma hırsı, sonuç odaklı düşünmesi ve yaşaması, hayatın nihai ve gerçek amacının sonuç alma üzerine kurulduğuna ikna ediyor. Bu yüzden yolu (ân’ı) yaşaması da pek mümkün olmuyor.
“Neredeyim?” sorusu, aslında insanın kendini anlamlandırmak, tanımak için sorduğu bir sorudur. Fakat insanın yola ve dünyaya nazarı bu soruya olan yaklaşımını da değiştiriyor. Bu sebeple “Neredeyim?” sorusu, kişinin kendini ve yerini anlamlandırmaktan ziyade “Ne kadar kaldı?” sorusunun bir basamağı haline geliyor.
Yol, mümin için dermandır. Beyazlar içinde bulduğu çarenin adıdır. Çünkü yol, ona farz olan seferdir. Mümin yolun nasıl sonuçlanacağıyla ilgilenmez. Mümin bilir ki, sonuç ona farz olmayan zaferdir. Bu sebeple hikâyenin sonuna ilgi duymayışımın, mümin olma gayretimin yansıması olduğuna inanmak istiyorum.
Yol, mümin için kavuşmadır. Yola giren zaten kavuşmuş demektir. Bu yüzden acelesi yoktur onun. Oysa modern dünya için kavuşmak bir arada bulunmaktır. Acelesi vardır modern dünya insanın, bir arada bulunabilmek için.
İnsan, daima bir yol arayışı içindedir. Bazıları yolların açtığı fırsatlara bakar, bazıları fırsatların açtığı yollara… Mümin, yolu herkes için arar çünkü onun aradığı yolda kimse sıkışmaz. İnsanlar o yolda birbirini geçer fakat kimse geride kalmaz. Çünkü kimse geç kalmaz, kontenjana takılmaz. Onun aradığı yolda sükûnet ve huzur olması bundandır.
İnsanlar öyle yollar arıyorlar ki, başkaları için yürümek, giren için dönmek mümkün olmasın. Öyle bir yol olsun ki, o yola giren hakikatlerini feda etmekten kaçınamasın. Tıpkı hikâyedeki bilge gibi… Öylesi birini bilge olarak tanımlamam sürçülisan olmaz, olsa olsa hakkı lisandır.
Hikâyede Türklüğü iki farklı telaffuzla ele alışım neden? Hem gâvurluğu nimet bilip alâmetlerini kullanan, hem de Türklüğün imtiyazından faydalananlardan kendimizi ayırmak için. Buraya bir mim koyalım, hikâyenin başladığı yerde, Türkler (ترك) var Türkler (تورك) yok.
-Olgun Verim