“Dil, aklın dışa vurumudur.” diyor Teoman Duralı. Bir dili hakkıyla bilen, o dili konuşan insanların karakterinden mensubiyetine, fikrinden aidiyetine kadar bir çok şeyin nasıl olması gerektiğini de bilir. Bir dilin bağrında yatan şeyleri bilen, o dille ünsiyet kurmuş insanların gönlünün neyle dolduğunu, aklının neye erip neye ermediğini bilir. Bir dili bilen, o dili konuşan insanların tabiata, hadiselere nasıl baktığını ve nasıl bakacağını bilir. Çünkü dil hayatın her alanına müdahildir. Dil, insanın sınırlarını çizer. Bir dili hakkıyla bilen o dili konuşanların güçlü ve zayıf yanlarını da bilir. Bu sebeple dilin, din ve milletle kuvvetli râbıtaları vardır. Birisi Türkçe’nin zayıfladığını söylüyorsa, İslâm’ın Türk hayatındaki etkisinin azaldığını, millet bağının zayıflamaya başladığını faş etmiş olur.
Fikirler ve kelimeler arasında mütekabil bir ilişki vardır. Kelimelerle düşünürüz, düşüncelerimizle de kelimeleri derinleştirir ya da sığlaştırırız, sağlamlaştırır ya da çürütürüz, zenginleştirir ya da fakirleştiririz. Dili zayıflayanın, tefekkür kabiliyeti de zayıflar. Anlam ve hakikat arayışında insanın yoldaşı dildir. Dil fikri besler, fikir de dili besler. Varsa bir dil kaygımız, o kaygının altında yatan temel sebep eski yazmaları, atalarımızın mezar taşlarını okumaktan önce kendimizi aramak, kendimizi okumak ve kendimizi korumak olduğunu ikrar ediyoruz. İkrarın tekrarı, kararlılığı zinde tutar.
Cemil Meriç, “Dil, milletin hafızasıdır.” diyor. Öyleyse, dil milleti muhafaza eder; dil, milletin muhafızıdır diyebiliriz. Hafızayı kaybetmek yalnızca unutmak değildir. Hafızayı kaybetmek, koru(n)masız hale gelmek ve bozulmaktır. Dilin zayıflaması onun muhafaza gücünü de zayıflatır. Bozulan şeylerin çok kez muhafaza edemediğimiz şeyler olduğuna şahit olmadık mı?
Dilde açtığımız yaralar çok derin. O politik, popüler tartışmaları aşıp kelime kelime, anlam anlam arayacağız. Peki niçin arayacağız? Kaybettiğimiz bir şeyi bulmak için değil, altında kaldığımız vebalden kurtulmak için arayacağız. Dilleri, yaratan Allah’tır (bkz. Rum suresi 22. ayet). Demek ki diller de Allah’ın yarattığı şey’lerdir. Orada yani mizan kurulduğunda belki dil de bize şahitlik edecektir. Arayışımın, beni vebalden kurtaracağına inandığım için arıyorum.
Lakin hayret!
Arayana yoksulluk eziyet vermiyor
Arayanın aramaktan başka derdi yok
…
Aradıkça dirisin
Aradıkça mecalsiz kaldı kibrin
Aradın ve anladın
-Bir Yusuf Masalı
Kayıp kelimesini arıyorduk. Kayıp kelimesiyle bir bağ kurabildiysem, kurduğum bağı Yunus Emre’ye ve şiire borçluyum. “Yusuf’u kaybettim Kenan ilinde/Yusuf bulunur Kenan bulunmaz” mısraları anlam ve mantık dünyamı yerle bir etti desem yanlış olmaz. Şiirin ilk mısrasında yaşadığım sarsıntı sonunu getirişime mani oldu. Günlerce bunun nasıl olabileceği derdiyle düşünüp durdum ama cevap bulamadım. Yolu (şiiri) sürmeye devam etseydim, Âşık Yunus’un, aynı şiirin sonunda cevabı verdiğini tez elden görebilirdim. “Yunus öldü deyu selan verirler/Ölen beden imiş, aşıklar ölmez”.
Şiirin sonuna gelmeseydim cevabı bilemeyecek, belkide Yunus Emre’de bir mantık hatası olduğunda kanaat getirecek ya da kafiye uğruna deyip geçiştirecektim. Yunus Emre’nin kayıp kelimesine yaklaşımının modern çağlarda kaybolduğunu bu şiirle fark etmiş oldum. Kaybı arayışım bundan.
Gün gelecek ne Kenan kalacak ne de başka bir diyar. Kaybı, tenle yani maddeyle izafe edenler, “…şer sandığınızda vardır bir hayır, siz bilmezsiniz” ayeti mealini unutarak, kayıp sandığımız bir çok şeyin belki lehimize olduğunu bilmeyerek yaşayıp gidecek. Bilemeyeceğini unutarak, kibriyle bilmediğini yokluktan sayarak, bilinmezliğin bilgisini yok sayarak; kaybı, yokluğa, defaatle yenilgiye gömecekler.
Dikkat ettiniz mi? Müezzin cenaze selâsının sonunda öleni “Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.” diye duyururken, modern dünya onu, “kaybettik” diye duyuruyor.
-Olgun VERİM