“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpâre, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında”
Tanpınar meşhur şiirinde böyle terennüm ediyor içinde bulunduğu hâl-i pür melâli. Zaman insanın ona verdiği anlam ve bu anlam etrafında ördüğü hayatı nispetinde tamam oluyor. Zamanı geçiren de yaşayan da sonunda bu daireyi itmama erdiriyor. Kiminin dairesi kemmi planda daha kısa iken kimininki hayli geniş. Zamanın sırrına muttali olan ve zamanı idrak edenler içinse az olanda derinleşmek yoluyla öz olan zaten tebellür ediyor. İnsan daima tutunacak bir şeyler arıyor. Kaybedilen her tutamak yitirilen bir anlama işaret ediyor. Bugünün insanının tutamakları bir saat sonra dahi zihinlerini meşgul etmeyecek cinsten şeylerden meydana geliyor. İnsanın yekpâre geniş bir ânda, parçalanmaz bir akışta hareket etmesi zamanın üstüne çıkmaya davetli olmanın tefrikine varmanın habercisidir bir bakıma. Tanpınar’ın gerek romanları gerek deneme ve şiirlerini okuyanlar onda derin bir hassasiyet taşıyan gözü farkederler. Bu göz Erzurum’a ayak bastığında Milli Mücadele’de verilen mücadeleyi de, Selçuklu’dan kalan mirası da görmektedir. Mustafa Kemal’le görüşmelerini övgüyle anlatırken Erzurum’un kadim geçmişine sahip çıktığını, “şehre kutsilik katan âlimlerini, ve güzel sesli müezzinlerini” hatırladığını da eklemekte, geçmişi nefretle değil bir bakıma hasretle anmaktadır. Tanpınar’da modern olana duyulan iştiyak ne kadar fazla ise de anlamın derinliğini veren şey geçmişle irtibattır. Tanpınar bunun farkındadır. Ne var ki bu fark bir tefrike dönmemiş, geçmişte kalan şeylerin bugüne yansıyan ızdırapları bir plaktan çalınan eser misali nostaljik bir şekle bürünüvererek edebiyata katık olmaktan öteye geçememiştir. Meselem Tanpınar eleştirisi olmadığı için bu bahsi burada kapatmak mecburiyetindeyim.
Zamana tutunmak bahsini açıp, bunun üzerinden bir zaman felsefesi yapmak niyetinde değilim. Öyle olsaydı masamın üzerine İbnü’l Arabi’nin Fütuhât’ını, Byung Chul Han’ın da “Zamanın Kokusu” eserini alırdım. Bu yazıda bahsi geçen, zaman zaman da devamını getireceğim “zamana tutunmak” meselesi kendi müşahedelerim üzerine olacak. Çoğu kez basit ayrıntılar, kimisi için önemsiz hatıralar olarak kaleme alınacak bir yazı türünden bahsediyorum. Bu bir hatıra yazısı olmadığı için metinde kimi zaman modernlik eleştirisi de, kimi zaman bir kitapçıya yapılan yolculuk da söz konusu olabilir. Üstelik deneme yahut makale hassasiyeti gözetilmeyeceği için daha rahat bir üslup kullanılacak, belki paragraflar arası bir takım kopukluklar olacaktır.
Erzurum’da, kültür eğitim kitapçısında kitaplara göz atarken, bir yanıyla artık kitap almanın bana cazip gelmediğini farkediyor, diğer yandan “haydi karşıma öyle bir eser çıksın da almadan döndüğüm taktirde ızdırap çekeyim” diyor idim kendime. Şu sıralar ne yalan söyleyim kitapçılara çoğu kez bu niyetle giriyorum. Bedri Gencer hocanın ağzından fazla kitap sahibi olmanın insanın hayatına bir yük misali binerek etkilediğini, en temel bin eser dışında kitap biriktirmenin yanlış olduğunu işitimiş ama geçiştirmişdim. Şimdiden hem baba evimde biriken ve zaman zaman kapladıkları yer dolayısıyla şikayetlere neden olan kitaplarım hem de görev yaptığım yerdeki kitaplarım beni bu düşüncenin sıhhatine kâni kılmak üzere. Bu düşünceyle kitapçıda adımlarımı atarken yeni gelen ve girişi henüz yapılmış kitapların olduğu bölüme yöneldim. Celal Fedai’nin “Geleceği İle Türkiye” kitabını görür görmez aldım. Aradığımı bulmanın sevinciyle hemen çay içebileceğim bir yere geçtim ve eve dönmeyi beklemeden kitaba başladım.
Celal Fedai bu toprakların geleceğini kendine dert edinen ve bu derdi entelektüel uğraşları, okumaları ve yazdıklarıyla halka halka etrafına yayan nadir isimlerden. Bir aralar İsmet Özel’le hayli yakınken sonra çeşitli olaylar dolayısıyla ayrı düşen ancak Özel’in Türkiye’de yaşayan en büyük şair olduğunun hakkını da veren bi karakter. “Geleceği İle Türkiye” kitabı ise bu toprakların gençlerinin yönsüzlüğünün teşrihini yapan, Türk Kanonu’ndan bahis açan ve Türkiye muhasebesi yapan bi kitap. Hayli altını çizdiğim satır var. Birkaç satırın da yanına soru işareti koymadım değil doğrusu. Mesela bin yıllık Türk tefekküründen bahsetmek, kaybolan devlet idesinden söz açmak ancak bu tefekkür tarihine ket vuran bir numaralı şahsiyetleri “Türk töresinde tarihi şahsiyetler kavga ettirilmez” kabilinden cümlelerle tebrie etmek bence çelişkili. Eğri oturup doğru konuşacağız. Kemalistler, bilumum sekülerler (sekülerliği hayat tasavvuruna dönüştürenler) Celal hocanın bahsini ettiği tefekkür tarihine zaten karanlık bir çağ olarak bakıyorlar. Ki kitabın içerisinde ciddi bir sol eleştirisi de var. Celal hocanın ısrarla bu tebriesi Türk tefekkür tarihinin köküne kibrit suyu çakanları atlamak olur. Halbuki hakiki bir tarih felsefesinde doğrular tesbit edildiği taktirde yanlışlar da dile getirilmeli, baş muhabbet kutbu ile düşman kutbu tebellür etmelidir. Düşüncenin tebellürü olmaksızın tefekkür hayatının canlılığı korunamayacaktır zira. Bu eleştiriyi de göz önünde bulundurarak söylenmesi gereken Celal hocanın bir Türk entelektüeli olarak üzerine düşeni yaptığı ve mücadelesini “alıklaşmaya” karşı açtığı bayrakla sürdürdüğüdür. Bu istikamet ise taktire şayandır. Zira muhafazakar dergilerin ayağımızın altından kayan toprağa işaret etmekle ilgilenmediği, hala romantizmin sığ sularında kulaç atmaya gayret ettiği bir manzarada bu toprakların varlığını ve geleceğini ele almak her kişinin değil er kişinin işidir.
Zaman akmakta, akarak kendisiyle bizi de bir yere sürüklemektedir. Kendi zamanının peşinde olmayanlar kapitalizmin ürettiği ve ayakta tutarak tüm insanlara zerk ettiği zaman çemberine sürüklenecektir. İslâm tasavvufu zaman idrakimizle alakalı bize temel mihenk taşlarını verecek zenginliktedir. Ne var ki biz Kore’li bir düşünürün söylediklerini merak ettiğimiz kadar Hazreti Mevlana, Feridüddin Attar ve İbn’ül Arabi Hazretlerimize kulak vermekte miyiz? Bugün birçok soru gibi bu sorular da havadadır, üstüne alınan gereğini yapacaktır.
Fatih TEKİN