106 views 9 mins 0 yorum

AKIL, AKIL OLSAYDI

In Deneme, Düşünce
Temmuz 19, 2022

“Akıl, akıl olsaydı ismi gönül olurdu / Gönül gönlü bulsaydı, bozkırlar gül olurdu”

1980’de, öte âleme hicretine üç yıl kadar bir süre kala bu kısa şiiri kaleme almıştı Üstad Necip Fazıl. Çile’nin sayfalarında, şiirlerde kendimi, biraz da bizi ararken yıllar sonra tevafuk ettiğim bu mısralar Yalçın Koç’un “Anadolu Mayası” isimli eserini okuyuşumun üzerinden kısa bir vakit geçmesi ve dimağımda bıraktığı izle anlamını işte şimdi bulmuşdu. Daha önce belki birkaç kez daha okuduğum bu şiirle şimdi, insan olmanın ulvî makamını sağlayan biricik şey olan gönlün akılla irtibatını, Batı’nın tarihi seyri içerisinde bir türlü bulamadığı şeyi ve aklın nihayetini keşfetmiş oluyordum. Zaten şiir dediğimiz şey ciltler dolusu ancak anlatılabilecek meseleleri birkaç mısrayla kendi içine alan ve her sâlim akıl için bunu dem be dem yeniden aksettirebilen bir “söz üstü” sanat değil miydi?

Şiirin bendeki tedailerine dönecek olursak: Akıl, hakikaten insanların ekserisinin zannettiği gibi merkezî bir hüviyete sahip olsaydı akıl değil gönül olurdu. Çünkü akıl bağdı. Fezaya uçmak dilerken insanoğlu, onu toprağa, belki de bugün için betona hapseden bir bağ. Halbuki gönül, görünenin yüzünde bir iz olarak, ama her göze değil, o münevver göze âyân olarak görünmeyeni görmeyi sağlayan bir nimetti. Öyle bir nimet ki, zaman ve mekan hapishanesinde çevrelenmiş olarak yaşadığımız dünya hayatında, zamanı ve mekanı aşmak için kendisine yapışılacak yegane mesnetti. Bu mesnedi kaybeden süratle insanlıktan uzaklaşıyor, teknik olarak hangi mevkiiye erişirse erişsin, bir türlü o cazip sırrı bulamıyor, bulamadıkça çıldırıyor, çıldırdıkça insanlığa kan kusturuyordu. Bu fecaatin üstünü kâh “insan hakları” kâh “çevre korumacılığı” kâh “demokrasi” yalanıyla örtüyordu. Bu örtüyü kaldırmadan ne insan, ne hak, ne çevre, ne herhangi bir değeri ifade eden şeyin korumacılığı ne de herhangi bir yönetim biçimi yerini bulabilirdi.

Yerini bulmak; adaletin küllen tecellisi olarak her şeyi olması gereken mevziiye taşımak demekti. Modern dünyanın anarşinin nizam diye yutturulduğu bir dünya olarak ortaya çıktığı gerçeğini aklımızda tutarsak bu kargaşanın yalnız mekan ile alakalı, mimariye yansımasını değil, tüm hayati meselelere sirayet ettiğini keşfedebiliriz. Bilebiliriz demek yerine keşfedebiliriz kelimesini “bilerek” kullandım. Modern dünyanın aslını ve astarını bilmenin yolunun bir keşiften, kaybolan bir şeyin hummalı bir arayışla bulunacağını bilen bir idrak misali, susuz bir yolcunun suyu arayışı gibi bir arayışla aranması gerektiğinin idrakinden geçtiğini ihsas ettirmek istedim.

Modernliğin bizi durmaya zorladığı keskin sınırlar (bize modernliğin özgürlüğü verdiği iddiası ne kadar da manidardır bu noktada) bir durağanlığı emrederken; İslam tasavvufu seyr-i ilallah’la kendimizi dolayısıyla Rabbimizi kesiksiz bir arayışla aramamızı telkin eder. Bulduktan sonra aramanın sırrı olan İslâm, insana gereken umdeleri bahşettikten sonra sonsuz bir arayışla hayatını sürdürmesinin yolunu açar, açmakla kalmaz ona bu yolculuğu yapan Peygamber’ler ve onların varisleri vasıtasıyla örnek gösterir. Hazreti Peygamber’e aleyhisselam benzemenin bizi götüreceği yer sürekli bir arayış, ama susadıkça deniz suyundan içerek susaması artan ve sonunda çıldıran bir adamın arayışından çok; havz-ı kevser’den içmişcesine her adımda mutmain oluşla beraber derinleşen bir arayıştır. Bu öyle bir arayıştır ki ölmeden ölmenin sırrına varılırsa ölünce dahi arayış devam edecektir.

İnsan olarak meselemiz bu debdeli dünyadan kendimizi bulacağımız hâs odasına hicrettir. Muhacir Allah’ın nehyettiklerinden hicret edendir. Allah modernlikle bulanmış ve kendisini kaybettiğimiz bir hayattan da nehyettiğine göre bizi, bu dünyadan hicret etmekten başka şansımız yoktur. Ancak atlanmaması gereken husus, her hicretin bir fethe işaret olduğu gerçeğidir. Hicret büsbütün terk değil, vakti gelince teslim almak, fethetmek için yapılan bir yolculuktur. Modern dünyanın debdebesinden hicretimiz, bizi onu aslına irca edeceğimiz zamana hazırlarsa kıymetlenecektir. Aksi halde bu bir hicret değil kaçış olabilir.

“Gönül gönlü bulsaydı, bozkırlar gül olurdu.” Dünyayı değiştirecek bir şey varsa. Bunun yolu gönlün yolundan geçecektir. Değiştirmekten murat aslına ircadır. Yoksa Batı da dünyayı değiştirmiş, nefs merkezli, katı akılla kurduğu dünyada gül bahçelerini bozkıra dönüştürmüştür. Eşyaya kıymet biçen insan değil midir? Öyle ise insan bozkırı güle çevireceği gibi bozkırı gül de görebilir. Ne mi demek istiyorum? Kendini İbnü’l Arâbi hazretlerinin vahdet-i vücud’unda derli toplu bir şekilde bulan, eşyada Allah’ı görmek, eşyanın hakikatini keşfeden bir idrakin bozkırı güle madde olmadan da çevirebileceği imkanını bilmek gerektiğinden bahsediyorum. Bu imkana erenler gönlün tabipleridir. Onlar asırlardır insanların kaybıyla baş başa olduğu gönüllerini onlara buldurma, bu gönülle onları sımsıkı bir irtibat içerisine sokma ve Allah’ı buldurmanın tabipleridirler. Bugün, modern tıbbın bu kadar ilerlediği, insanların şifayı aşılardan, gönül huzurunu antidepresanlardan bulabileceğini umduğu bir manzarada kalp tabiplerine olan ihtiyacımız hiç olmadığı kadar fazla. Üstelik her hakiki şeyin yanı başına musalllat olan sahtesiyle, insanların hakiki olanından uzaklaştığı bir vasatta çok daha fazla. Akıl aklı bulur, gönül gönlü. Aklın aklı bulmasından coğrafi keşifler (!), petrol rezervleri, insansız hava araçları, modern kentler peyda olur. Gönül gönlü bulunca bozkırlar gül olur, ölü kalpler hayat bulur, zulm adalete boyun eğer, insan insanı bulur. Allah’tan muradım gönüllerimizin gönlü bulmasıdır. İşte o zaman hayatımız rayına oturacak, bu dar boğaz da aşılacaktır.

FATİH TEKİN

/ Published posts: 60

Nedamet'te yazar. Son Kıvılcım dergisinde editör. İlk kitabı "Modern ve Postmodern Kıskacında" 2023 yılında yayımlandı. Erzurum'la İstanbul arasında.

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.