289 views 20 mins 0 yorum

Muharririn Sonsuz Yolculuğu 18. Bab: Hangi Taraf -2-

In Düşünce
Haziran 21, 2023

Denir ki bir gün, Hassan Sabbah bir Türk Beyi’ni Alamut’a davet eder. Hakkınca ağırlar, her bir ihtiyacını giderir. Sinsi planı çoktur Sabbah’ın. Bu mert Türk Beyi’ni yanına çekmek niyetiyle türlü hünerini ve emrindeki fedailerin muhtelif yiğitliklerini ikrar ve teşhir eder. Nihayet, Alamut’un burçlarına çıkarlar beraber. Sözü alır Sabbah; “Benim fedailerim eşi bulunmaz birer cesaret nişanıdır. İşte ispatı!” der ve yanindaki fedaiye burçlardan aşağı atlamasını emreder. Sabbah’ın sözü dahi bitmeden atlayıverir fedai. Türk Beyi, yalçın kayaların üzerinde parçalanmış şekilde yatan fedainin bedenine bakar bir müddet. Kendinden emin bir tebessümle; “Bu en cesur fedain olsa gerek!” der. Hassan Sabbah, “Hayır, en adi adamım bile en az bunun kadar cesurdur!” deyip, aşçı yamağını çağırtır ve aynı emri yamağa da verir. Tereddütsüz şekilde burçtan aşağı atlar o da. Hassan Sabbah aynı sırıtkan çehreyle bakar Türk Beyi’ne ve; “İşte cesaret!” der.

Türk Beyi şimşir gibi keskin bakışlarıyla kendi muhafızına dönüp; “Yiğidim, atla şuradan aşağı da âlem cesur görsün!” deyince, Türk yiğidi tüm cesaretiyle beyine yönelip; “Hadi lan oradan!” der. Türk Beyi bu defa Hassan Sabbah’a şu cümleyi kurar; “İşte sana gerçek cesaret!”

Tamamen kurmaca olduğunu bildiğimiz bu hikayeden bizim hissemize düşen şey, esaslı bir cesaret tanımıdır. Ve cesaret, bahsimizin en gerekli unsurudur. Sabbah’ın fedailerine elbette cesaret izafe edebiliriz. Fakat bir kayıt düşer ve “ahmak cesareti” deriz. İnsanın fıtratında mevcut olan “kulluk” gibi mühim bir hassanın, Sabbah gibi bir faniye hasredilmesi sonucu vücuda gelen o aciz kulluktan doğan ahmaklık ve bu ahmaklığın insana kattığı şuursuz cesaret… Fedailerin Hassan Sabbah’tan taraf olması ve afyonlu zihinlerin cehalet kıskacındaki cesaret fistanlarına bürünmesiyle tahakkuk eden yobazlık…

Öte yanda bir Türk yiğidi var. Onun cesareti, cesaretlerin en üstün olanıyla izah edilebilir ve ona şecaat isnat edilebilir. Şerefli bir taraflılığı vardır çünkü. Fedailer Sabbah’a kulluk ederken, Türk yiğidi kendi beyine yalnızca sadakat ile bağlıdır. Onun Türk Beyi’ne olan sadakati, onurlu bir ölümü, amansız bir gazayı vaat ettiği sürece geçerlidir. Kulluğu ise Allah’a mahsustur. Günün sonunda Sabbah’ın fedaileri her ne çeşit ölürse ölsünler, Sabbah’ın vaat ettiği sözde cennete gideceklerine inanmışlardır. Türk yiğidi ise ancak şerefli bir ölümün yani şehadetin; kafire pençe atarken alacağı kancık bir ok, kargı yahut kılıç darbesiyle mümkün olduğunu bilir. Sabbah’ın fedaileri, sorgusuz ve koşulsuz şekilde onun peşinden giderken, Türk yiğidinin İlahi nizam ile intizam edilmiş şart ve beklentileri vardır. Kendisini küfre ve şirke sevk edecek her türlü emir ve buyruğa “hadi lan oradan!” diyecek kadar hakikattan taraftır. Şecaat ise tam olarak budur.

Tıpkı Türk yiğidi gibi taraflıyız. Onun gibi slogansız, afyonsuz ve şuurlu bir inanışla taraflıyız. Taraflı olduğumuz şey de mukaddes ağın yani İlahî Yasa’nın değişmez kaidelerine tâbiyyeti ile her an terbiye ve denetim altındadır. Yani her an onu terk etmeye de hazırız. Ne demek bu? El-cevap, İlahi Yasa’dan feyz aldığına inandığımız herhangi bir tarafın İlahi Yasa ile ters istikamete direksiyon kırdığını gördüğümüz yahut sezdiğimiz an, artık o bizden, biz de ondan taraf değilizdir. Yani bize kıstas olan şey Türk Beyi’nin şahsı değil, onun da tâbi olmak zorunda olduğu İlahi Yasa’dır.

Bugün gelinen noktada taraf olanların samimiyetsiz yahut çıkarcı tutumlarını bir kenara koyduğumuz da bile teslim oluşun esaslı duruşunu görmekte pek zorlanır vaziyetteyiz. Vesair tarafları bir kenara koyup, İlahi Yasa’dan feyz aldığını iddia eden kimi tarafların üç farklı kümede üç farklı zillete düşmüş olduğunu ise bezgin ve yılgın gözlerle izliyoruz.

  1. Küme: Yalancı Zahitlik

Bu zümre, kayıtsız kalmak ile tarafsız kalmak kavramlarını birbirine karıştırmakla maluldür. Kayıtsız kalmak, vukua gelen hadiseyle fikri ve hissi hiçbir münasebet kurmamaktır. Sözgelimi; Şahinbeyli bir kimse Çemişgezek’teki herhangi bir köyde yapılan muhtarlık seçimine kayıtsızdır. Çünkü onun için herhangi bir bağlayıcılık durumu söz konusu değildir. Fakat aynı beldede muhtarın yapmış olduğu yolsuzluk ve haksızlık, Şahinbeyli o kimsenin kayıtsız kalma inisiyatifini tek başına lağv edecektir. Haktan taraf olma mesuliyeti vardır çünkü. Peki ya Şahinbeyli taraf olma mesuliyetinin icabını nasıl infaz edecek? Burada devreye Hz. Peygamber’in iman tasnifi giriyor. İmkanı nispetinde ya eliyle ya diliyle yahut da kalbiyle bertaraf edecek haksızlığı. Elinden ve dilinden gelen bir şey yoksa şayet, kalbiyle buğz edecek. Burada sırattan ince bir farkındalık doğuyor. Malumdur ki Allah Teâlâ Efendimiz aracılığı ile mümünlerin aklından ve kalbinden geçenlerden de mesul olduğunu yani müminin bir fenalığı içinden geçirdiği vakit bir müeyyideye maruz kalacağını bildirmişti. Bu husustaki Ayet-i Kerime nüzul olduğu vakit, müminlerin kahir ekseriyeti büyük bir korkuya düşmüş ve nihayetinde söz konusu Ayet-i Kerime neshedilmişti. Fakat ortada bir haksızlık olduğu vakit, eliyle ve diliyle bunu engelleyemeyen mümin, kalbiyle buğz etmek mecburiyetinde bırakılmak sureti ile; kalbinden mesul tutulmuştur. Özetle diyebiliriz ki; haksızlık vukua geldiği vakit, kalbin tarafsız kalması bile inananlar için günaha sebeptir. İşte bu zümre, etliye sütlüye karışmadan kaymağı götürmeye çalışanların; “Benim dinim bana” Ayet-i Celile’sini kendine örtü edenlerin ve “Evvela kendimden sorumluyum” diyenlerin zümresidir. Evet, evvela kendimizden sorumluyuz.  “Sana yardım etmeye elim varmıyor ama ben buradayım, yalnız değilsin. Düştüğüm bataklıktan çıkar çıkmaz elimi sana uzatacağım” demek şartı ile kendimizden sorumluyuz. Ve yine bu zümre bize; Lut Kavmi’ndeki abidleri hatırlatmakta ısrarcıdır.

Peki bu zevat niçin böyledir? Niçin varlıklarını Engizisyon Mahkemeleri’nden sakınan Endülüs Müslümanları gibi sırlı tutmaktadır? Çünkü onlar Mescid-i Dırar’ın en sadık cemaatidir. Savaştan korkanların ve bu korkaklıkla savaşa gitmeyişlerini bir mescit inşa ettirmekle telafi etmeye çalışanların izdüşümüdür. Yaptıkları şeyin ne denli rüsva olduğunu bizler Efendimiz’in tavrından biliyoruz. Cihada iştirak etmeyip inşa ettikleri Mescid-i Dırar’ı Efendimiz’in evvela yıktırıp sonra da yaktırmasından biliyoruz. Çünkü şecaati ve samimiyeti yoktur onların. Çünkü sözde hoşgörüleri vardır onların ve bu yüzden cihada kayıtsızdır onlar. Ve onlar, kesilen etten, sağılan sütten değil götürülen kaymaktan taraftır. Deveyi gütmeyi reddedip, bu diyarın mağaralarına sığınan ve iaşesini ruhani bir eşkıyalıktan temin etmekten taraftır.

Bu zümre kendi bulunduğu noktadan memnun olduğu kadar, şerefli taraf sahipleri de onların yok olma arzularından yüksünür vaziyette değildir. Bir matematik kavramıyla adlandırılır onlar; “etkisiz eleman”

  • Küme: Aman Bilmez Hasetçilik

Onlar ki tarafsız ve kayıtsız değildir. Şerefli bir tarafın mensubu oldukları esaslı bir gerçektir. Fakat onların varlığı; şerefli bir zirvenin eteklerine yuva çatan akbabaların kirli görüntülerini anımsatır. Zirveyi kirletemezler fakat mütemadiyen pislemekten de geri durmazlar.

Ahlak-ı Adudiyye’de şöyle bir ifade geçer; “Fıtrat değişmez ama ıslah edilebilir.” Bu pencereden bakıldığı zaman, insanın fıtratında bulunan haset, kibir, hodbinlik ve hasislik gibi menfi haletlerin kabul edilebilir yahut hoşgörülebilir bir şey olmadığını anlıyoruz. “Onun da huyu bu, ne yapalım?” demekle “Allah’a havale ediyorum” arasında koca bir uçurum duruyor. İlk cümlede basit bir aklama teşebbüsü sezilir. Bunu kabul etmek hiçbir surette makbul değildir. Bir zamanlar okuduğum bir kitapta şöyle romantik bir söze denk gelmiştim; “Kusursuz sevmek istiyorsan, kusurlarıyla seveceksin.” Bu sözü ilk duyuşta bağrına basmayacak insan hemen hemen yok gibidir. İnsanız nihayet, kusur bize mahsus. Fakat Adudiddin El-ici’nin mezkur cümlesiyle birlikte değerlendirdiğimiz zaman, bu son derece romantik ve son derece hoşgörü kokan cümlenin laf-ı güzaf olduğunu görürüz. Çünkü kusursuz sevmek diye bir şeyin olmadığı gerçeği şöyle dursun, alelade sevmenin bile ilk şartı; sevenin sevdiğini koruması ve kollamasıdır. Kısaca seven sevdiğine karşı ikaz edici olmalıdır. Yoksa “Haset ederken bile kendine hayran bırakıyorsun” mu demeli? Bu cümle seveni kusursuz sevici değil, kusursuz bir kalpazan yapacaktır. Yani bizler, ikaz edilmekten ve hizaya getirilmekten tarafız. Uyarıcının bizleri uyarmasından ve uyarırken de İlahi Yasa’yı referans almasından tarafız. Fakat söz konusu zümre, gıpta gibi hayatiyet yüklü bir hasletten mahrumdur. Öyle ki nazarımdaki en sevimli gıpta, gıpta dolu gözlerle bakanların içindeki o latif gıptanın ta kendisidir. Çünkü benim de fıtratımda haset vardır. Bunu anlamak pek âlâ kolaydır. Sana ihsan edilmeyenin arkadaşına ikram edilmiş olması sende bir malik olma hissi oluşturmuyorsa ve içten içe “neden bende yok da onda var” vesvesesi içten bir yerden duyuluyorsa, fıtrat kardeşiyiz demektir. Burada tekrar Ahlak-ı Adudiyye’ye döneceğiz ve bu fıtratı ıslah etmeye müracaat edeceğiz. İnsan kibir fıtratı üzre doğmuş olabilir. Fakat ıslah edilen bir kibir, sahibine şecaat olarak dönecektir. Yine insan hasislik yani cimrilik fıtratı üzre doğmuş olabilir. Fakat ıslah edilen bir cimrilik, sahibini israftan beri kılıp tasarruf ehli edecektir. Tıpkı bunlar gibi haset sahibi bir kimse de içindeki bu kerih hassayı gıpta gibi mümtaz bir haslete tadil edebilir. İşte bu zümre, bu hasletten ve bu gayretten mahrumdur.

Onlar ki şerefli bir taraf içre olanların aidiyet duyduğu taraf için takdire şayan gayretler hasrettiğini görürler ve gıptanın icabı olarak “biz muvaffak olamadık ama kardeşlerimiz emin adımlarla muvaffakiyete gidiyor” demek suretiyle; “öyleyse bizler de sesimizle ve varlığımızla destek olalım” tavrını takınmak yerine ya hasetlerinin gerektiği gibi ölüm sessizliğine bürünürler yahut da “Bu kadarcık mı?” diyerek, zirzop cümleler sarf ederler. Günün sonunda karşı tarafın hadsiz hücumu değil bu zümrenin kancık hasedi hırpalar şerefli taraf sahibini. Ne acıdır ki onlar, parsayı götürenlerin ta kendileridir.

  • Küme: Üfürükle Gelenlerin Tükürük Bekleyişi

Karşı tarafın taraftarlarından beslenen, onların dinamiklerine ve tezlerine karşı anti olmaktan beslenen yani kaostan ve kinden beslenen bir kimsenin, tercihini Meriç’in tarafsızlık tanımından (namussuzluk) yana kullanması o insan için daha hayırlıdır. Ne diyorum, kısaca şunu diyorum; tehlikeli olan taraflılık değil, tarafımızı sergilerken takındığımız tavırı hangi ilham kanalından aldığımızdır. Bilindik bir tasavvuf ilkesidir bu. Kişi nefs-i mülhimeye çıktığında artık ilhamını ya Rahmani kanaldan ya da şeytani kanalizasyondan alır.

Savunan ve aidiyet duyduğu taraf için amansız bir münazara içinde olanların “namussuzluk” gibi ağır bir ithama ne denli müstahak olduğu elbette okuyucular için tartışılır. Çünkü bahsimize konu olan diğer iki kümenin ikisi de böyle ağır bir ithama konu edilmeyip; ister yanlış ister eksik olsun halihazırda bir mücadeleye girişmiş olanların bu son derece şiddetli ithama maruz kalması vicdanlara dokunacaktır, biliyorum. Fakat birinci kümenin tavrındaki yanlışın kimseye etki etmediğini, ikinci kümenin tavrındaki hasetliğin yalnızca şerefli taraf sakinlerini etkilediğini, üçüncü kümenin ise hem karşı tarafı hem de şerefli taraf sahiplerini etkilediğini biliyorum. Öyleyse daha açık konuşalım;

Bu küme sakini; kâfirin masasına oturmayı kabul edip onunla satranç oynamaya yeltenmiş ve kâfire kazanma ihtimali tanıyacak kadar da acınası bir gaflete belki de dalalete düşmüş vaziyette. Bir tarafta beyazlar, diğer tarafta siyahlar. Taraf sahibi hamlesini, kâfirin hamlesine karşı planlayıp öyle atıyor. Çünkü artık o masaya oturmuştur ve oyunu kurallarına göre oynama mükellefiyetine müncerdir. Hâlbuki kâfirin davet ettiği satranç masasını bir tekmeyle yerle yeksan etme haysiyetine ve ruhsatına sahiptir. Savurduğu tekmeye muttasıl; “Bu ne cür’et? Ben aziz olanım, sen ise zelil olansın. Ben Allah’tan yanayım sen ise küfürden yanasın” diyecek bir teminatı olmasına rağmen yapıyor bunu. İnatla o masada oturuyor ve kafirin hamlelerine anti olmaktan başka çare bulamıyor. Cidal hedonizmi dediğimiz şey zaten tam olarak bu. Cedelleşmekten aldığı haz ile kafire her türlü toleransı ve onun konuşmasına imkan tanıyacak her türlü zemini hazırlıyor. Hasılı kafiri bizim başımıza çıkaranlar üfürükle gelenlerin ta kendileridir. Ve onlar, “konuşmak devri bitti, şimdi hareket zamanı” dendiği vakit masayı ilk önce terk edenlerdir.

Bu üç kümenin de ortak bir noktası var: Pısırıklık. Yazının başındaki Türk yiğidindeki şecaatten ve şuurlu teslim oluş hasletinden bigânedir onlar. İlk küme kendi pısırıklığını tevil muşambasıyla, ikinci küme korkaklığını sözde tenkit etme ruhsatını üzerine zimmet bilme ahmaklığıyla, üçüncü küme ise damarlarında gezen rüsva edici sinmişliğini boş ama gür çıkan sesinin şiddetiyle örtbas etmeye çalışıyor. Şerefli taraf sakinlerini tanımıyoruz henüz. Ama biliyoruz ki onları karşı taraftan daha çok hırpalayanlar, bu üç kümede olmayı şeref telakki edenlerdir.

Devam edecek..

Oğuzhan Âsım GÜNEŞ

Bir yanıt bırak
You must be logged in to post a comment.